🦀 Allah Tan En Çok Korkanınız Benim

Rasulullah(s.a.v.) "Ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok müttaki olanınızım" demiştir. Niçin Allah'ı bilmek korkmaya sebep oluyor? Çünkü Allah çok güçlüdür, bağışlayıcıdır. Yalnız bağışlayıcı değil güçlü bağışlayıcıdır. o benim şanımdan değildir." dedi ve indi. Öğle namazını içinsizleri asıllara, kabilelere ayırdık. Allah’tan en çok korkanınız kim ise, işte Allah katında en büyüğünüz odur.’ Kısacası, insanı yücelten dindir. Nesebe dayanarak takvadan uzaklaşmamak gerekir. Nitekim Farisi olan Selman’ı yücelten İslam olduğu gibi, Kureyşî olan Ebu Cehil’i alçaltan cehalettir. Siziuyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir. Allaha yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok takvâlı olanınız benim. Bununla beraber ben oruç tuta­rım, oruçsuz bulunurum, nafile namaz kılarım, (gecenin bir kısmın­da) uyurum, kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim, hayât yolum budur.) Sonrada şöyle derdi: "Sizin içinizde Allah'tan en çok korkanınız ve Allah'ı en iyi bileniniz benim." (Buhari: 20) Açıklama: Gözüken o ki Allah'ı bilme ve O'nu tanımanın dereceleri vardır. Bazı insanlar bu konuda bazılarından daha üstün derecede olabilirler. Dahasonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Allaha yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan daha iyi bilir ve Allah'a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyarım." [1] "Sizin içinizde Allah'tan en çok korkanınız benim. Ama ben oruç tutarım, iftar da ederim. Geceleri ibadet ederim ama uyurum da. Kadınlarımla da görüşürüm. Allaha yemin olsun ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve ondan en çok sakınanızım. Fakat ben bazen (nafile) oruç tutarım, bazen tutmam. Bazen (nafile) namaz kılar, bazen uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Allah’tan en çok korkanınız ve ona en çok saygı duyanınız benim. Buna rağmen bazen oruç tutar, bazen tutmam. Namaz da kılarım, gece yatıp uyur, istirahat da ederim. Nikâhlanıp bir yuva da kurarım. Benim sünnetim budur. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhari, Nikâh,1; Müslim, Nikâh,1; Nesai, Nikâh, 4) Allahtan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 . Riyazus Salihin, 152 Nolu Hadis. Ebû Muhammed Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu Siziuyarıyorum! Allâh'a yemin ederim ki ben, sizin Allâh'tan en çok korkanınız ve O'na en saygılı olanınızım. Fakat ben, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Şunu iyi biliniz ki, benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir."[24] Ben Kullardan Bir kanO. Yeni Ümit Dergisi - 83 Ocak-Şubat-Mart 2009Published on Jan 18, 2009Ocak-Şubat-Mart 2009 Sayı 83 Yıl 22IslamDergi Kaynaği Allah 1- Yarattığı muhteşem kâinatla ve içindeki canlı-cansız muntazam, müzeyyen ve mümtaz eserleriyle anlatılmalı. Denilmeli ki Tahtaya yazdığınız bir “gül” kelimesi veya çizdiğiniz bir gül resmi kendi kendine yazılamadığına ve çizilmediğine göre, bahçedeki rengiyle, kokusuyla, deseniyle herkesi mest eden hakiki gül nasıl kendi kendine yapılır ve yaratılır? Tahtadaki gül resmi ustasını gösterdiği gibi, hakiki gül de yaratıcısı olan Allah’ı göstermektedir. Bir okulda verdiğim seminerde demiştim Okul, müdürsüz olmaz. Evren de Allahsız olmaz. Bir okulda iki müdür olmaz. Evrende de iki Allah olmaz. Okulun kuralı ve memurları olduğu gibi, Allah’ın da kitapları, memurları ve elçileri vardır. Her varlık Allah’ın memuru, her peygamber de Allah’ın elçisidir. Her insan, dünyaya gelmekle, imtihan salonuna alınmış olmaktadır. Ya Allah’ın kulu olduğunu kabul edip Ona ibadet ederek, dürüst yaşayarak cennete gidecektir. Ya da inkâr edip nefis ve şeytanın istediği gibi yaşayarak cehenneme gidecektir. 2- Allah, indirdiği son kitap Kur’an’ıyla anlatılmalı. Çünkü Allah’ı en iyi anlatan hatiplerden biri de Kur’an’dır. O lafzı ve manasıyla Allah kelamıdır. Mucize bir kitaptır. O, aramıza ineli 14 asır oldu, ama kimse, şimdiye kadar onun gibi bir söz söyleyemedi. Kur’an bu yönüyle Allah’ı anlattığı gibi, bazı ayet ve sureleriyle de direk Allah’ın özellik ve güzelliklerini dikkatlere sunuyor. Açın, bakın Ayetülkürsiye, İhlas suresine, Haşir suresinin sonlarına ve bütün surelerine. Hepsinin Allah’ı en iyi anlattığına şahit olacaksınız. Bu sebepten dolayıdır ki Peygamberimiz, “Sizin Allah’tan en çok korkanınız benim. Çünkü Allah’ı en iyi bileniniz benim.”[1] Buyurdu. Neden? Çünkü Kur’an’ı en iyi anlayan ve bilen o idi. Kur’an’ı en iyi bilen o olduğu için, Allah’ı en iyi tanıyan da o oldu. Allah’ı en iyi tanıyan o olduğu içindir ki Allah’tan en çok korkan, Allah’ı en çok seven de o oldu. Bu haliyle Rasul-i Ekrem efendimiz, Kur’an’ın Allah’ı en iyi tanıttığına dikkat çekmiş hem de Allah’ı en iyi bilenin Allah’ı en çok seveceğine ve sayacağına işaret etmiştir. 3- Allah gönderdiği son peygamberi Hz. Muhammed’le sav anlatılmalıdır. Çünkü Peygamberimizde fevkalade takva ve ibadet, fevkalade adalet, fevkalade şefkat, fevkalade sabır, fevkalade sadakat, fevkalade, nezaket ve zarafet, fevkalade emniyet, fevkalade cömertlik, fevkalade vefa, fevkalade yardım, fevkalade fedakârlık, fevkalade israfsızlık, fevkalade edep fevkalade özel ve güzel hasletler vardı. Bu güzellikler ona Allah’tan gelmişti. O Allah’ın güzelliklerini gösteren en güzel bir ayna idi. O, Kur’an ahlakıyla, dolayısıyla Allah ahlakıyla ahlaklı bir zattı. Zaten o da bunu itiraf ediyor ve “Beni Rabbim edeplendirdi, hem de edebin en güzelini verdi bana.”[2] diyordu. Yoksa vahşetin hâkim olduğu bir çölde, günümüz modern medeniyetinin ve gelişmiş üniversitelerinin kazandıramadığı bu özellik ve güzellikleri nerden alabilecekti Hz. Muhammed sav? Bu üç eserin üçü de yani Kâinat, Kur’an ve Hz. Muhammed sav mucizedir. Üçü de Allah’ı anlatsın diye Allah tarafından ayarlanmış ve kurgulanmıştır. Üçü de o gün-bugün Allah’ı anıyor ve Allah’ı anlatıyorlar. Tabii görenlere, körlere ne? Bu üç hatibe kulak veren Allah’ı tanır, Allah’ı tanıyan Allah’ı sever. Allah’ı seven, Allah’ın dostu olur. Allah’ın dostu olan, korkudan kederden kurtulur,[3] dünya ve ahiretin saadetine ve cennetine kavuşur. 4- Allah zatı itibariyle anlatılamaz. Çünkü akıl, Onun zatını idrak edemez. Zîra bu terazi o kadar sıkleti çekmez. Çünkü Onun imkân aleminde benzeri yok.[4] Akıl, Allah’ı zatıyla anlamak için değil, eserlerine bakıp Ona hayran olmak ve inanmak için verilmiştir. 5- Allah her yerde hazır-nazırdır. Ama hiçbir yerde değildir. Işık gibi. Allah’ın yarattığı ışık her şeyin yanındadır, ama bulmaya ve tutmaya çalışsanız ne bulabilir ve ne de tutabilirsiniz. Allah her yerde, her an, her işi yapar, ama hiçbir iş diğerine engel olmaz. Elektrik gibi. Elektrik her yerde farklı farklı işler görür, ama hiçbir iş diğerine engel olmaz. 6- Allah bize bizden yakın ama biz Ona sonsuz uzağız. Çünkü o bizim cinsimizden değil. Ressam, çizdiği resme çok yakın, ama resim ressamına çok uzak. Resim, ressamını anlayamaz. Çünkü resim, ressamının cinsinden değil. Ama resim hal diliyle şunu diyebilir Ben başıboş değilim, beni bir çizen var. Akıllı insandan da beklenen bu Ben başıboş değilim, beni bir yaratan var. 7- Her şeyi Allah yapıyor ve yaratıyorsa, Allah’ın gücü nerden geliyor? Işık ışığını nerden alıyor, diye bir soru sorulur mu? Her şeyi ışık gösteriyor, ışığı ne gösteriyor, denilir mi? Işık öyle bir şeydir ki her şeyi gösterir ama kendi görünmez. Allah öyle bir Zat-ı Zülcelal’dir ki, her şeyi yaratır, ama o yaratılmaz, her şeyi gösterir, ama O görünmez. Her şeyi yapar, ama O yapılmaz. Vagonları çeken nedir? Lokomotif, denilir. Lokomotifi çeken nedir? Sorusu sorulmaz. Çünkü lokomotif öyle bir şeydir ki, çeker ama çekilmez. Onun gücü içindendir. Allah’ın zâtî sıfatlarından biri de “Kıyam binefsihi”dir. Yani gücü kendindendir. Hiç kimsenin hiçbir şeyine muhtaç değildir. 8- Allah’ın isimleri içinde Mümit=Öldüren, Kahhar=Kahreden isimleri olduğu halde neden Allah’ın isimlerine “Esma-i Hüsna=Güzel İsimler” denilmiştir? Çünkü Allah’ın öldürme ve kahretme eylemi, yok etme eylemi değildir. Yeni bir hayata kavuşturma eylemidir. Toprağa ölü girip te dirilmeyen, daha mükemmel bir hayata kavuşmayan ne var? Öldürülen müminse cennete ve ebedî gençliğe; kâfirse ebedî cehenneme gönderilmektedir. 9- Allah’a inanmayanı, Allah’a inanır hale getirmek mümkün mü? Mümkün. Çünkü Allah’ın eseri ortada Evren ve içindekiler. Eser varken usta inkâr edilemez. Kâinat ve içindeki varlıklar varken Allah inkâr edilemez. İnkâr eden akılsızlığını ilan etmiş olur. 10- “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.”[5] Ayetiyle ne demek isteniyor? Allah’ın hakkı nasıl takdir edilir? Cevap Allah’ın hakkının hakkıyla takdir edilemeyeceğini anlamak ve itiraf etmekle ancak Allah’ın hakkı takdir edilmiş olur. Kul, bütün gayretiyle Allah’ın emirlerini tutacak, yasaklarından uzak duracak, eserlerine bakıp hayretini ve hayranlığını dile getirecek, her an zikir, fikir ve şükürle meşgul olacak yine de ben vazifemi yaptım havalarına kapılmayacak. Çünkü Allah, sonsuz gücü, sonsuz lütfu, sonsuz cömertliği ve sonsuz şefkatiyle kullarına muamele ederken kullar sınırlı kudretleri ve aciz halleriyle karşılık vermeye çalışmaktadırlar. Bu vaziyetle Allah’ın hakkını ödemek, takdir etmek mümkün olabilir mi? Onun için Peygamberimizأَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَبِكَ مِنْكَ لَاأُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلٰى نَفْسِكَ “Allah’ım! Gazabından rızana, azabından affına, senden Sana sığınırım. Senin kendi Zatını övdüğün gibi ben Seni övemiyorum.”[6] 11- Kullardan birbirlerine “kardeş hakkını bana helal et” diyenlere rastlarsınız. Bu güzel bir şey. Helallik istemek Peygamberimizin ahlakı ve sünnetidir. Ama her nedense “Allahım hakkını bana helal et” diyene rastlayamazsınız. Halbuki sık sık söylenmesi gereken cümlelerden biri de bu olsa gerek. Neden? Çünkü Allah’ın üzerimizdeki hakkı ödeyemeyeceğimiz kadar çok. Bundan dolayıdır ki meccanen bizi affetmesini istemekten başka çaremiz de yok. Yazı dolaşımı Soru Dinimizin yüsr kolaylık üzere müesses olduğu ifade edilmesine rağmen mevcut tabloya baktığımızda hakiki Müslümanlığı yaşamanın kolay olmadığı görülüyor. Çelişki gibi görünen bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Cevap Öncelikle konunun doğru anlaşılması için kolaylık ve zorluğun yüsr ve usr izafi birer kavram olduğunun da altını çizmek gerekir. Yani bu mesele şahısların anlayış ve algılarına göre değişebilir. Bazı kimseler, alıştıkları hayat tarzının etkisiyle, yerine getirilmesi hiç de zor olmayan bir kısım dinî mükellefiyetleri zor bulabilirler. Tahkikî imana ulaşmış, kulluk şuuruna ermiş samimi mü’minler ise zor gibi görünen nice amelleri hiç zorlanmadan yerine getirirler. Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle dinin kolaylık olduğunu, Allah’ın, kullarının sırtına kaldıramayacakları yükler yüklemeyeceğini ifade buyurur. Ezcümle şu âyetler hatırlanabilir لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah celle celâluhû kimseye, kaldıramayacağı yükü yüklemez.” Bakara sûresi, 2/286 وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ “Allah’ın celle celâluhû gönderdiği dinde, altından kalkamayacağınız ölçüde size zor gelecek hiçbir şey yoktur.” Hac sûresi, 22/78 Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de şu sözleriyle, tebliğ ettiği dinin iki temel özelliğine dikkat çekmiştir بُعِثْتُ بالحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ “Allah beni, hanîfiyye-i semha’ ile gönderdi.” Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266 Burada geçen “hanîfiyye” lafzıyla kastedilen mana, İslâm’ın her tür şirk ve küfür şaibesinden uzak olması ve tevhidi esas almasıdır. “Semha” lafzı ise İslâm’ın genişlik, kolaylık ve müsamaha üzerine müesses bir din olması anlamına gelir. Başka bir rivayet de şöyledir أَحَبُّ الدِّينِ إِلَى اللَّهِ الحَنِيفِيَّةُ السَّمْحَةُ “Allah’ın sevip razı olduğu din, hanîfiyye-i semha üzere olandır.” Buhârî, imân 29 Buna benzer diğer bir hadiste ise Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ “Din kolaylıktır. Kim onu zorlaştırırsa altında kalır ezilir.” Buhârî, imân 29 Allah ve Resûlü, bu ifadeleriyle, özü itibarıyla kolaylık üzerine müesses olan dinin zorlaştırılarak yaşanmaz getirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Din, teklif ettiği hükümler itibarıyla altından kalkılmaz değildir. O her ne kadar mü’minlere bir kısım yükler yüklese de bunlar taşınabilecek yüklerdir. Eğer bir insan, “Ben günde beş yüz rekât namaz kılacağım, ömür boyu oruç tutacağım, hayat-ı içtimaiyeye hiç karışmayacağım, bir evin tokmağına dokunmayacağım, evlâd u iyalle hiç meşgul olmayacağım…” derse, tabiatıyla savaşıyor, hayatı tersine götürmeye çalışıyor demektir. Fıtratla savaşan birinin başarılı olması mümkün değildir. Fıtratın rüzgârını arkasına almayan, dinen mükellef olduğu temel disiplinleri de yerine getiremez. Kullarının tekvinî emirler içindeki yerini, neyi götürüp neyi götüremeyeceklerini en iyi bilen Allah, buna göre mükellefiyetlerle onları mesul tutmuştur. Yememe, uyumama, evlenmeme, meşru dünya zevklerini bütün bütün terk etme ve tüm hayatını mabette geçirme gibi şeyler insanî fıtrat ve tabiata terstir ve dolayısıyla uzun süre götürülmesi mümkün değildir. Kur’ân, Hıristiyanların ruhbaniyet uygulamasını şu şekilde eleştirir “Nuh ve İbrahim’i birer peygamber olarak gönderdik ve onların zürriyetlerine peygamberlik ve kitap verdik. Onların bir kısmı hidayet üzere yaşasalar da pek çoğu yoldan saptılar. Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu Îsâ’yı gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendi ortaya çıkardıkları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, Allah’ın rızasına nail olma düşüncesiyle kendileri icat ettiler. Ne var ki ona gereği gibi de riayet etmediler. Onların iman edenlerine mükâfatlarını verdik. Buna mukabil çokları da Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu doğru yoldan saptılar.” Hadîd sûresi, 57/26-27 Hıristiyanlar, kendilerine emredilmediği hâlde ruhbanlığa talip olmuş ama onun altından kalkamamışlardır. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Allah’a daha çok kulluk yapma adına bütün geceyi ibadetle geçirme, her gün oruç tutma, ailelerinden uzak durma gibi kararlar alan sahabeden bazılarını bundan menetmiştir. “Ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve kötülükten en çok korunanınızım. Böyle iken bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında da uyur istirahat ederim. Aynı zamanda benim bir aile hayatım da vardır. Her kim benim bu yolumdan gitmez sünnetime uymaz da ondan yüz çevirirse benden değildir.” Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5 sözleriyle onlara fıtrat ve kolaylık yolunu göstermiştir. İslâm’ın fıtrat, kolaylık ve müsamaha üzerine bina edilmesi ve onda güç yetirilemeyecek ağır mükellefiyetlerin bulunmaması, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir lütuf ve rahmetidir. Nimet-Külfet Dengesi Hz. Bediüzzaman; yaptığımız kulluk ve ubudiyeti, elde etmeyi düşündüğümüz nimetleri kazanmanın yolu değil, önceden mazhar olduğumuz nimetlerin bedeli olarak değerlendirmemizin doğru olacağını ifade ediyor. Evet, biz, Allah’a karşı çok şey borçluyuz. Bununla ilgili olarak üzerimize bir sürü vazife ve sorumluluk terettüp ediyor. Dolayısıyla Rabbimize karşı ne kadar ibadet yaparsak yapalım, O’nun hakkını eda etmiş olmayız. Allah, bizleri yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkarmış. Arkasından bizlere hayat lütfetmiş. Bununla kalmayıp akıl ve şuur sahibi insan kılmış. İnsan olmanın da üstünde bizleri imanla şereflendirmiş. Bunların her biri, öncekine göre farklı bir kıymet arz eden çok büyük nimetlerdir. Bütün bunların yanında Cenâb-ı Hak bize, sayılamayacak daha birçok nimet lütfetmiştir. Bütün bu nimetler kendi cinsinden şükür ister. İnsanın, kendisini iç içe lütuflarla kuşatan Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluk mükellefiyeti vardır. Öncelikle bu hususun aklen, mantıken kabul edilmesi gerekir. Kul, Rabbine karşı bir sorumluluğunun olduğunu bilmelidir. Dünyevî birtakım mazhariyetlere eren bir kimse, İmam Ebu Hanife, İmam Gazzâli veya Hazreti Bediüzzaman’a talebe olma bahtiyarlığına eren biri, böyle bir mazhariyetin gerektirdiği bir kısım sorumluluk ve mükellefiyetlerinin olduğunu bilir. Peki, her türlü mazhariyetin ötesinde, Allah’ın kulu olan, Resûlüllah’ın arkasında saf tutan mü’minler ne büyük bir mesuliyet ve yükümlülük altında olduklarının farkında mıdırlar? Mükellefiyet ve külfet, aynı kökten gelen iki Arapça kelimedir. Her mükellefiyet, az ya da çok bir külfet içerir. Yani, bir mükellefiyeti olan kişi, bazı zorlukların üstesinden gelmek zorundadır. Ne var ki dinî mükellefiyetlerin içinde barındırdığı zorluklar, takat-i beşeri aşan şeyler değildir. “Teklif-i mâ lâ yutak kişiyi, takatini aşkın bir şeyle yükümlü tutma” içermeme, dinin temel karakteridir. Dünyadaki her işin kendine göre büyük ya da küçük zorlukları vardır. Dinî yükümlülükler de buna dahildir. Bununla birlikte İslâm, bütün hükümleriyle yaşanabilir bir dindir. İşte dinde kolaylığın asıl olmasından kastedilen öncelikli mana budur. Biraz daha açacak olursak, dinî emirlerin yaşanmasının belli ölçüde bir külfet ve zorluğu vardır. Mesela Allah Resûlü sallâllahu aleyhi vesellem, günahlara keffaret olup insanın derecesini yükselten amellerden biri olarak, إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Zor durumlarda bile abdestini tastamam almayı” sayar. Müslim, tahâret 41 Cennet’in nefsin hoşuna gitmeyecek bir kısım zorluk ve meşakkatlerle mekârih çevrili olduğunu, yani Cennet’e girmenin bunların üstesinden gelmeye bağlı bulunduğunu bildiren hadis-i şerif de aynı manaya işaret eder. Buharî, rikâk 28; Müslim, cennet 1 Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetlerin her birinin de kendine göre bir zorluğu vardır. Fakat bunların hiçbiri, kaldırılamayacak, götürülemeyecek ve üstesinden gelinemeyecek yük değildir. Öte yandan, dinin emir ve yasaklarına, sadece kulun meşakkat çekip çekmemesi açısından da bakılmamalıdır. Bunların maddî-manevî, dünyevî-uhrevî pek çok fayda ve hikmetler içerdiği unutulmamalıdır. Mesela Allah’ı zikretmek ve ibadet ü taat, insanın içinde öyle bir itminan hâsıl eder ve onda öyle bir ruh inşirahı meydana getirir ki bunun yeri başka bir şeyle doldurulamaz. Nitekim Kur’ân da kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle oturaklaşacağını ve itminana ereceğini ifade buyurur. Ra’d sûresi, 13/28 İbadetlerin her birinin ferdî, içtimaî ve iktisadî hayatımıza bakan yönleri itibarıyla daha birçok faydaları olduğu da muhakkaktır. Bunların hepsinin ötesinde insanın ebedî Cennet nimetlerine kavuşması, Allah’ın rıza ve rıdvanını elde etmesi bu mükellefiyetleri yerine getirmesine bağlıdır. İbadetler ve dinin emrettiği muamelata dair hükümler, içerdiği bütün maslahat ve hikmetlerle birlikte düşünülecek olursa bunların zorluk olarak görülmesi mümkün değildir. İşte dinin hanîfiyye-i semha olmasının bir manası da budur. Kolaylaştırın, Zorlaştırmayın! Din, kolaylık üzerine müesses olduğu ve insana hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı adına çok büyük hayırlar vaadettiği hâlde maalesef bazıları onu yaşanmaz gibi görebiliyor. Çağımız insanı manevî hayatı itibarıyla çok yaralı. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi asırlardan beri rehnedar olan, harabeye dönen bir kaleyle karşı karşıya bulunuyoruz. İmanın temel esasları sarsıntıya maruz kalmış. Zat-ı Ulûhiyet mevzuunda tuhaf tuhaf düşünceler ortalıkta geziyor. Allah Resûlü’nün izinden gidilmiyor, sünnetine uyulmuyor. Anne-babaya karşı fevkalâde bir saygısızlık var. Yuvalarımız dağılıyor, akrabalık bağlarımız zayıflıyor, sosyal münasebetlerimiz bozuluyor. Allah’a karşı asıl yerine getirilmesi gereken vazife ve mükellefiyetler yerine getirilmeyince, onun berisindeki sorumluluklar hayli hayli ihmal ediliyor. Sanki alabora olan ve içindeki her şey sağa sola dağılan bir geminin içinde bulunuyoruz. Dinî hükümlerin kadr u kıymetinin bilinmesi ve işin zorluğuna bakmaksızın onların hassasiyetle yerine getirilmesi için, her tarafı harap olmuş bu kalenin tamir edilmesine, parçaları sağa sola dağılmış geminin yeniden derlenip toparlanmasına ihtiyaç var. Farklı bir ifadeyle, toplumun çok ciddi bir rehabilitasyona tâbi tutulması ve irşad edilmesi gerekiyor. Bunun için de bir araya gelişlerimizde sözü hep sohbet-i Canana getirmeli, sürekli iman, marifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk üzerinde durmalıyız. Bir taraftan mükemmel bir temsil ortaya koyarken diğer yandan da her fırsatı değerlendirerek insanlara Rabbimiz’i, Efendimiz’i ve dinimizin güzelliklerini anlatmalıyız. İslâm’ı anlatırken “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” Buhârî, ilim 11; Müslim, cihâd 6 esprisine bağlı kalmalı ve dinin objektif hükümleri üzerinde durmalıyız. Hususiyle, pek çoğu itibarıyla Medine döneminde nazil olan beş vakit namazı kılma, Ramazan orucunu tutma, malın belli bir kısmını zekât olarak verme ve haramlardan kaçınma gibi açık ve muayyen hükümleri öne çıkarmalıyız. Bununla birlikte, dinin bu objektif hükümlerinin yanında birtakım “sübjektif mükellefiyetler”in olduğunu da unutmamalıyız. Allah dostları, sınırları ve çerçevesi belli olan hükümleri yerine getirmenin yanı sıra, işin çok daha zoruna da talip olmuşlardır. Onların bir kısmı, Mekke’de nazil olan mutlak emirleri esas alarak, bütün ömürlerini ibadet ü taatle geçirmişlerdir. Bu da insanın marifet ufkuyla ve ihsan şuuruyla alakalı bir meseledir. Fakat günümüzde kendisini böyle bir sorumluluk altında hisseden ve buna göre hareket eden insan sayısı bir hayli azdır. *** Not Bu yazı, 28 Nisan 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır. Anasayfa Gönül Sohbetleri Kim Allah’ı zikreder de Allah korkusundan dolayı gözlerinden yere yaş dökülürse kıyamet gününde o kimseye azap edilmez. Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 623 Allah’tan En Çok Korkanınız Allah’ı En Çok Tanıyanınızdır Kim Allah’ı zikreder de Allah korkusundan dolayı gözlerinden yere yaş dökülürse kıyamet gününde o kimseye azap edilmez. Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 623 Önceki Post Sonraki Post İlgili Videolar Peygamber Efendimiz sahabeleri hangi konuda uyardı? Hadisi şerifi nasıl anlamalı ve amel etmeliyiz? Hadisten çıkarmamız gereken dersler nelerdir?Enes ibni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi Peygamber Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahâbeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve - Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri - Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri - Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de - Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi - “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 Hadisi Şerifi Nasıl Anlamalıyız? Sahâbe, Hz. Peygamber’in her türlü halini, yaşayışını ve davranışını öğrenmek, bilmek istiyordu. Çünkü onu kendilerine yegâne önder ve örnek kabul ediyorlardı. Allah Teâlâ, dünya ve âhirette mutlu olmak isteyen mü’minlerin, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek edinmelerini emir ve tavsiye etmişti. Bunu en iyi anlayan ve ilk olarak uygulayan “örnek nesil” sahâbe toplumu oldu. Bilindiği gibi Enes ibni Mâlik, Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretinden vefat ettiği zamana kadar ona hizmet etmiş bir sahâbîdir. Enes, Resûlullah’ın evi ve aile çevresinde cereyan eden olayları en iyi bilen sahâbîlerden biriydi. Nitekim, bu konularla ilgili pek çok rivayetleri bulunmaktadır. Bu hadiste adları zikredilmeyen üç kişi, Ali İbni Ebû Tâlib, Abdullah İbn Amr ve Osman İbni Maz’ûn’dur. Bu sahâbîler, Peygamberimiz’in farz ibadetler dışında evinde yaptığı nâfile ibadetleri öğrenmek üzere gelmişlerdi. Onların gayesi, Resûl-i Ekrem’in nâfile ibadetlerinin mikdarını öğrenip aynını yapmak, böylece onun fiilî sünnetine uymaktı. Çünkü farz ibadetler, hem bütün ashâb tarafından biliniyor, hem de Peygamberimiz farz namazları mescidde kılıyordu. Hz. Peygamber’in nâfile ibadetlerini öğrenen sahâbîler, bunları kendileri açısından az buldular. Bunun sebebini de, onun geçmiş ve gelecek günahlarının Allah tarafından affedilmiş olmasına bağladılar. Hz. Peygamber ile kendileri arasında çok fark olduğunu, onun mâsum ve günahsız, kendilerinin ise günahkâr olduğunu düşündüler. Sahâbîlerin böyle düşünmesi, mükemmel bir edep örneğidir. Çünkü onlar, Peygamber’in nâfile ibadetlerinin beklediklerinden daha az olmasını onun kemâline, günahsızlığına bağlamışlar, onda noksanlık arama gibi bir düşünceyi akıllarından geçirmemişlerdir. Gerçekte Peygamberimiz’in nâfile ibadetlerinin azlığı da ümmet için bir rahmet vesilesidir. Bu yönde kendisini örnek alanlar, herhangi bir kayba ve zarara uğramadıkları gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Daha önce de ifade edildiği gibi, az da olsa sürekli olan ibadetler makbuldür. Çünkü herkesin her zaman çok ibadet etmeye gücü yetmez. Ayrıca, azlığın ve çokluğun bir ölçüsünü bulmak da mümkün değildir. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibadet yapmakta serbest bırakılmıştır. Her konuda olduğu gibi ibadetlerde de haddi aşmak doğru görülmemiştir. Çünkü insan yalnız kendisinden ibaret değildir. Kendi nefsimizin olduğu kadar, eş ve çocuklarımızın, yakınlarımızın, komşularımızın ve bütün insanların bizim üzerimizde hakları vardır. İnsan, güç ve kuvvetini devam ettirebilmek için yiyip içmek, neslini devam ettirebilmek için evlenip çoğalmak zorundadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, her üç sahâbenin hadisimizde geçen davranışlarını uygun bulmamışlardır. Ayrıca bu şekildeki bir davranışın Allah’a daha saygılı olma, O’ndan daha çok korkma ve daha iyi dindarlık sayılmayacağını da ifade buyurmuştur. Kendisinin, insanların Allah’tan en çok korkanı, takvâda en ileri olanı ve Allah’a karşı en saygılı davrananı olduğunu da sahâbîlere açıkça söylemiştir. Hem gece ibadet ettiğini, hem uyuduğunu, bazı kere oruç tuttuğunu, çoğu kez yiyip içtiğini, kadınlarla evlendiğini ve birlikte olduğunu onlara bildirmiştir. Bu şekilde davranmanın, kendisinin yolu, sünneti olduğunu anlatarak, sünnetinden yüz çevirenin Peygamber’in izinde sayılmayacağını da onlara hatırlatarak, kendilerini uyarmıştır. Hz. Peygamber’in engel olmak istediği şey, dinde haddi aşma ve İslâm’ın câiz görmediği bir nevi ruhbanlığa yönelmedir. Oysa Allah Teâlâ “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, sınırı aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez” [Mâide sûresi 5, 87] buyurur. Bu âyetin iniş sebebini hatırlamamız bu konuyu daha iyi anlayıp kavramamıza yardımcı olacaktır. Peygamberimiz bir gün sahâbeye kıyametten bahsetmişti. Sahâbe çok duygulanmış ve ağlamışlardı. Sonra aralarında on kişi Osman İbn Maz’ûn’un evinde toplandılar. Onların içinde Ebû Bekir ve Ali İbni Ebû Tâlib de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmek suretiyle erkeklik duygularından kesilmeye, gündüzleri oruçlu, geceleri de yatakta yatmaksızın uyanık ve ibadetle geçirmeye, et ve et ürünleri yememeye, kadınlara yakın olmamaya, güzel koku sürmemeye, yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman İbni Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Sonra onlar da Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Efendimiz, karar aldıkları hususları kendilerine sayarak – “Bu konularda ittifak etmişsiniz öyle mi?” dedi. Onlar – Evet ya Resûlallah! Bizim bunlarda hayırdan başka bir gayemiz, arzu ve isteğimiz yoktur, dediler. Bunun üzerine Efendimiz – “Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazan oruç tutun, bazan tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et ve et ürünlerini yediğim gibi hanımlarımla da beraber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Sonra sahâbeyi toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi “Birtakım kimselere ne oluyor ki, hanımlarla evlenmeyi, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terketmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahatı oruç, ruhbanlıkları ise cihaddır. Allah’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, ramazan orucunu tutunuz. Dosdoğru olunuz ki, başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.” Ali el-Kârî, el-Mirkat, I, 182-183. Hadisten Çıkarmamız Gereken Dersler Nelerdir? Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve ibadetlerde ölçülü davranmak gerekir. Sahâbe, daima faziletli ameller peşinde koşmuştur. Her müslüman, haddi aşmaksızın, daha faziletli ameller peşinde koşup dinde kemâl mertebesine ulaşmaya gayret etmelidir. Dinimiz evlenmeyi teşvik eder. Sürekli oruçlu olmayı, dinimiz doğru bulmamıştır. Aynı şekilde, ibadet maksadıyla bütün geceyi uykusuz geçirmek de hoş karşılanmamıştır. Bu davranışlar, takvâdan sayılmaz. Allah’a yakın olmak isteyenler, orta yolu tutmalı, ölçülü olmalı ve Hz. Peygamber’i kendilerine örnek almalıdırlar. Takvâda Hz. Peygamberle yarışmak söz konusu olamaz. Peygamber’in sünnetinden yüz çeviren, bid’ata ve sapıklığa düşer. Kaynak Riyazüs Salihin, Erkma Yayınları İslam ve İhsan

allah tan en çok korkanınız benim