🐕 Yaşar Kemal In Çukurovalı Kahraman

lXMw. “İnsanoğlu en acı çeken yaratıktır çünkü ölümün bilincine varmış tek yaratık, insandır.” İlyada/Homeros İnsanın ölüm karşısındaki çağlara ve toplumlara göre değişen tutumu ölümü kabullenme, isteme, inkâr etme, isyan etme, ölüme meydan okuma şekillerinde kendini göstermiştir. Ağıtlar, ölüm gerçekliğine isyanın, feryadın, çaresizliğin ifadesidir. Sözlüklerde ölenin iyi niteliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren söz veya ezgi olarak tanımlanan ağıt, aynı zamanda edebi bir türdür. Eski Türk şiirinde sagunun, Klasik Türk şiirinde mersiyenin, Halk şiirindeki karşılığı olan ağıt; ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını, büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunan ezgi, yazılan yazıdır. Ağıt yakmak Türk boylarında oldukça eski bir pratiktir Birisi ölünce kadınlar toplanır, “ağıtçı” çağrılır. O, yanık bir sesle şiirlerini söyler, saatlerce ağlanır. Ağıtçı, ölüye ağıt söylemek için ücretle ağlayan kadın, ağlayıcı, sagucu, mersiyehan diye bilinir. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Anadolu’da da daha çok kadınlar ağıt yakar. İran, Irak, Suriye’de ve Türkiye’de kimi yörelerde olduğu gibi ölülerin üstüne erkeklerin de ağıt yaktığı görülmektedir. Erkekler, ölü mezara götürülürken hep bir ağızdan ağıt söyler ancak çoğunlukla ağıt yakmak eylemi kadına yüklenen bir sorumluluktur. Erkek defin töreninde ve sonrasında ölüme karşı daha metanetli davranmak durumundadır. Erkeklerin ağlamaması ataerkil toplumlarda adeta birer kurala ve tabuya dönüşmüştür. Bu tabu sebebiyle ölüm törenlerinde erkekler gözlerinin dolduğunu bile saklarken, kadınların ağıtlarına gözyaşı ile bütünleşen ezgi ve beden dili eşlik eder. Ölüm gerçekliğine direnişte ağlayamayan erkeklerin tercümanı, ağıt yakan kadınlardır. “Bölgede o kadar çok ağıt vardı ki, her kadın o kadar çok ağıt biliyordu ki, ben de kadınlardan ağıt derlemenin yolunu öylesine ustalıkla bulmuştum ki, ağıtlardan ciltlerle kitap yayınlayabilecektim.” diyen Yaşar Kemal, Çukurovalı kadınların ölüm karşısındaki uyaklı sözlerini Ağıtlar I, Ağıtlar II adıyla yayımlamıştır. Ağıtları incelemenin bizi insan gerçeğine yaklaştıracağını ifade eden Yaşar Kemal’in 1939-1942 yılları arasında derlediği ağıtlar, 1943 yılında “Ağıtlar I” ve “Ağıtlar II” adıyla Adana Halkevi Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi Neşriyatı’ndan yazarın asıl adı olan Kemal Sadık Göğçeli imzasıyla basılmıştır. Eser, 1992-2003 yılları arasında Adam Yayınları ve Toros Yayınlarından çıkmıştır. Yapı Kredi Yayınlarından 2004 yılında “Ağıtlar” adıyla çıkan baskıda ise Yaşar Kemal ismi dikkati çekmektedir. Kitabı resimleyen ise ağıtların yayımlanması için çok çaba sarfeden “Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi” diyen Abidin Dino’dur. Bu baskıya “Ağıtların Baskısı İçin Birkaç Söz”den sonra Abidin Dino’nun yazdığı “Yaşar Kemal Bir Uzun Yürüyüştür Sevgi Dolu” yazısı eklenmiştir. İlk olarak 5 Şubat 1979 tarihli Milliyet Sanat Dergisi’nde yayımlanan bu yazıda Abidin Dino, bu bir deri bir kemik köylü delikanlı çocuğun Çukurova’nın avaz avaz bağırtılarından sorumlu olduğunu yazmıştır. Yaşar Kemal’in ölüme ve ağıta dair düşünceleri ile tespitlerinin bulunduğu “Ağıtlar Üstüne” yazısının akabinde eserin birinci bölümü “Ağıtlar I” adıyla ve ilk baskı kapağıyla yer almaktadır. Eserin birinci bölümünde önsözün ardından ağıdın ne zaman, nerede, nasıl söylendiğini ifade eden bir giriş mevcuttur. Yaşar Kemal bu bölümde 1940-1941 yıllarında Kadirli ve yöresinde gözlemlediği ağıt yakma geleneği hakkında şu bilgileri aktarmıştır“Bir köyde ölüm olduğu vakit, bunu duyanların hepsi ölü evinde toplanır. Bu sırada, halka olmuş kadınların içinden biri kalkarak, ölünün elbise ve çamaşırları bulunan bohçayı kadınların birinin önüne atar. Önüne bohça atılan kadın, bohçayı açar, içindeki eşyalardan birini eline alarak ağıdı söylemeye başlar. Ağıdın bir beyiti söylenince, söyleyen ve öteki kadınlar hep birden ağlamaya başlarlar. Bu ağlamak, bazen da kıt’a sonunda olur. O, kadının uydurduğu besteye bakar. Artık her beyit söylendikçe arkasından ağlanır. Birinci kadın yorulunca, diğer bir kadın bohçadan bir eşya alarak söylemeye başlar. Böylece söylemek isteyen kadınlar söyler ve ağlarlar. Bu söyleyiş, iki kadın arasında karşılıklı da yapılabilir. Kadınlar yorgunluk duyunca, içlerinden biri bohçayı dürer ve sükûnet içinde yerlerinden ayrılırlar. Ölü de yıkanmak için kaldırılır.”[1]Yazar ayrıca Van’da, Erzurum’da, Burdur’da ölü mezara götürülürken erkeklerin de ağıt söylediğini, Çukurova’da da eskiden erkeklerin bu merasimi gerçekleştirdiklerini ancak derlemeleri hazırladığı sırada artık buna tesadüf edilmediğini ifade etmiştir. Giriş bölümünden sonra derlenen ağıtlar aktarılırken ağıdın yakılış hikâyesi, ağıtta geçen bazı yerel sözcüklerin anlamı verilmiştir Gurbet Ağıdı[2] Kadirlinin Bozkuyu köyünden Sarı Mehmet oğlunun kızı Yüreğire gelin olmuş ve birkaç sene sonra orada ölmüş. Bu ağıdı anası yakmıştır. Yakılış tarihi, tahminen 1910-1918 arasıdır. Geldiği deniz gıyısı Geçinden gelir eyisi Varmış da eline düşmüş Bozulmuş Ehmet dayısı Babasına düğür vardım Vardığıma püşman oldum Emine ata binişin Ala gözün yaşlı gördüm İpek kefiye başında Gazi düzülü döşünde Gurbet ele geden gizin Anası görür düşünde Siyah gundura gıçında Otuz dal örgü saçında Gizim ay gimi parlıyo Şo yıldızların içinde Gazi Gazi altını. Gazi döşeli döşünde Göğsüne Gazi altınları takmış. Eserde ayrıca “Lügatçe ve Birkaç Söz” başlığıyla ağıtların halk söylenişindeki haliyle olduğu gibi aktarıldığı bilgisi verilmiş, İstanbul Türkçesine girmemiş, değişmiş, ağızlarda yer alan sözcüklerin altmış altı sözcük anlamlarının verildiği küçük bir sözlük hazırlanmıştır. “Faydalandığımız Kimseler” başlığı altında da otuz ağıdın adının karşısında ağıdın hikâyesini anlatanın adı, köyü, yaşı verilmiştir. Bu bölümde derlenen ağıtların birçoğunun kaynağının kadın ağıtçılar olduğu görülmektedir. Eserin ikinci bölümünde yer alan “Ağıtlar II” başlığı altında ise derlenen ağıtların ardından Ağıtlar I ve Ağıtlar II’deki tüm ağıtların yüz ağıdın ağıt dizini verilmiştir. Ağıdı ölüm acısını yeynilten hafifleten bir ilaç olarak gören Yaşar Kemal, ağıt yakmanın tüm dünyada yaygın bir ritüel olduğunu vurgulayarak karşılaştırmalı ağıtlar araştırması yapılabileceğini ifade etmiş, Gılgamış’tan İlyada’dan örnekler vermiştir. Romanlarında sözlü kültür ögelerinden yararlanan yazarın henüz yirmi yaşında iken Çukurova ve Toroslar’dan derlediği bu folklor derlemesi onun ilk kitabı olup ağıtlarla ilgili tespitleri ve ağıt yakma geleneğine dair bilgileri ihtiva etmesi açısından önemli bir kaynaktır. [1] Yaşar Kemal, Ağıtlar, Yapı Kredi yayınları, İstanbul 2005, s. 59. [2] s. 90 Çukurova ve Torosların ünlü kadın kahramanı Namık Kemal ve Atatürk’ün ilham kaynağı bir Türkmen kadının efsaneleşen hayat hikâyesi… Bu hikâye, gerçeğe çok yakın bir öyküdür... *** Ali Alper ÇETİN O yiğit insanlar o beyaz atlara bindiler ve gittiler. Dolu dizgin, dört nala… Ceyhan nehri kıyıları ve Anavarza kalesi eteklerine yerleşen Cerit Aşiretinin çadırları uzaktan bakıldığında ipil ipil parlıyor. Aşiret beyinin çadırı biraz daha görkemli, süslemeli. Kerimoğlu Hacı Osman Bey derler adına, aşiret beyinin. Yüzyıllar önce aşireti Yörük diyarından Aydın elinden binlerce çadırı, yılkıları, davar sürüleri ile gelmişler Çukurova'ya... Tarsus ovası, Adana, Ceyhan, Osmaniye, Karaisalı, Karataş yöresinde çadır kurmuş, bir zaman sonra Anavarza sahrası olarak bilinen Anavarza eteklerindeki sazlık bataklık, büklük, çalıların bulunduğu yere yerleşmişler. Bahsi geçen yerler, kış mevsiminin sonralına doğru elvan çeşit çiçeklerin açtığı, her tarafın gür otlarla kaplandığı cennet misali yer olur. Hayvanlar, koyunlar keçiler burada otlatılır. Bir zaman sonra sıcaklar bastırdığında aşiret develeri hazırlanır. Yaylaya göç başlar… Develerin çan sesleri, davarların ayaklarından çıkan sesler, tozlar, bir birine karışır. Çobanların "Ho ha" sesleri, köpeklerin uluması ile birlikte binlerce çadır, sayıları on bini nerede ise bulan insan bir sel misali yayla yoluna düşer. Kars Kadirli şehrinin kıyısından Akarca yolunu izleyerek, Nürpet, Çokak yakınlarından geçip, Savrun vadisine Mazgaç beline ulaşılır. Önce aşiret beyi için 40 direkli çadır kurulur. Beraberinde "alayçık" adı verilen ottan, çalıdan, daldan yapılan yayla evleri yapılır. Cerit aşiretlerinin Dulkadirli Beyliğinde; Rakka’dan sonra ilk iskân yerleri Maraş olup, Çukurova’ya kışlak olarak yurt tutarlar. Çukurova’ya ilk yerleşen Cerit aşiretleridir. Hacı Osman Beyin kızı Asiye, Cerit kızı Asiye Hatun, daha 20 yaşını bile bulmamıştı ki, karakaşlı, ceylan bakışlı, mor belikli güzel mi güzel... Arzı endamı böyle olsa da bakışları ile düşmanına ok atan kavgacı bir savaşçıyı andırır. Boş bulunduğu zamanlarda ata biner, ok kullanır. Kendi yaşıtları ile güreş bile yapar. Onu görenler "anasından dişi doğdu, erkek gibi" derler. Asiye'nin kavgacılığına bakanlar onun için "Gara Fatma" lakabını takarlar. Bir de beyi vardır, ol havalinin, Köse Kalender Paşa derler adına. Maraş'ın tekmil Göksün, Andırın, Pazarcık, Geben yöresinin de beyidir. Osmanlı'nın Maraş'a hâkim olduğu zamandan beridir Beyazıtoğulları ailesi bölgede nüfuz sahibidir. Osmanlı, Bayazıtlı beylerine sadece "devlete bağlılık göstersinler, algıyı vergiyi bir düzene koysunlar" istemektedir. Kalender hem akıllı, hem de cesur bir beydir. Osmanlı'nın düşmanla savaşlarına Maraş yöresinden katılır. Kargısı, pala bıçağı, tüfenkleri ile Maraşlı'nın düşman üzerine "Allah Allah" nidaları ile saldırmaları bir başkadır. Osmanlı Kalender'i beylikten "Paşalığa" terfi ettirir. Kalender Paşa'nın, Maraş askeri ile Filistin topraklarında Napolyon ile savaşı dillere destan olmuştur. O dünyayı titreten, Avrupa’yı ihtilal ateşleriyle karıştıran Napolyon'un mağrur ordusu Kudüs yakınlarındaki Akka kalesinde yenilgiye uğratılırken, Kalender Paşa'da Maraşlı askerleriyle ile birlikte mevzilerini ölümüne savunmuştur. Arkasından Osmanlı'nın Rusya ile savaşında da görev alır Kalender Paşa. Ne var ki talihi yaver gitmez. Kutuzof kumandasındaki Rus askerlerinin eline esir düşer. Bir müddet sonra serbest bırakılır… 1810'lu yıllar... Osmanlı Kalender Paşa'yı Maraş Valisi yapar. Halep'ten Adana'ya kadar, Maraş'ı çevreleyen geniş bir bölgenin idaresini eline alır Kalender Paşa. Aşar vergilerinin toplanması, Osmanlı'nın sefer-i hümayunu vaki olanda kendi kumandasında cepheye askeri ile gitmesi, Toros dağlarının kuytu bir köşesinde yaşayan Zeytun Ermenileri'nin isyanlarını bastırması öncelikli görevleri arasındadır. Yaşı da bir hayli ilerlemiştir. Ömrünü beyliğin paşalığın cengi-cidali ile geçiren, rahat yüzü görmeyen Kalender Paşa için bir hayat arkadaşının olması gerekir. Cesur mu cesur, bir Türkmen kadını, aynı zamanda vefakâr bir ana, bir hayat yoldaşı... Kerimoğlu Hacı Osman Bey'in kızı Asiye Hatun'u görenler bilenler anlatır Kalender Paşa'ya... Çok geçmez düğürcüler araya girer. Asiye Hatun istenir. Görkemli bir düğün yapılır, Maraş'ta. Reyhanlı'nın, Kılıçlı'nın, tekmil Çukurova'nın, Maraş'ın beyleri gelir düğüne. Dillere destan bir törenden sonra Kalender ile Asiye'nin yazgısı birleşir, karı koca olarak… Olayı hatırlayanlar anlatırlar " Asiye Hatun, bir gece evli kalır. Kadınlığın bu kadar kötü olduğunu bilseydim evlenmezdim" der. 1817 yılı gelende kara bulutlar dolaşır Maraş ve Adana diyarında. Osmanlı baş edemez bölgedeki ayanlarla, aşiret beyleriyle, kısacası derebeyiler ile... Padişahın fermanıyla devlete asi durumdaki beylerin kelleleri istenmektedir. Tecirli’nin Cerit'in, Reyhanlı'nın, Fettahlı'nın beyleri hakkında fermanın gelmesi, yakalama ve infaz işinin de Kalender Paşa’ya verilmesi olacak iş değildir. Osmanlı "kanı kan ile yıkamak" düşüncesindedir. Her tarafta isyan vardır. İstanbul'da bile. Kalender Paşa, Maraş'ın Valisi olarak Fettahlı beylerinin idamına yanaşmaz, Padişahın fermanında istenilenleri de yerine getirmez. İşi ağırdan alır. Osmanlı, Kalender Paşa’ı görevinden alır, önce Sivas'a, daha sonra Girit Muhafızlığı görevine tayin eder. Kandiye kalesine gidecektir. Kısacası hakkında verilen karar "devlet emirlerini dinlememek, ağırdan almak" dolayısıyla padişaha karşı gelmektir. Ve Kalender Paşa, Maraş'tan ayrı kalmanın hasretine dayanamaz. Kuşadası’nda iken 1820 yılında vefat eder. Ege Denizi'ne bakar, bir tepe üzerine mezarını yaparlar. Orada ebedi uykusunda yatar, Kalender Paşa... Bir sessizlik âleminde. Maraş' kendi haline bırakır. Kargı Elinde Kılıç Belinde Bir Kadın İstanbul'a Geliyor... Cerit kızı Asiye Hatun kocasının ölümü üzerine Maraş'a döner. Bayazıtoğulları'nın, cümle aşiret beylerinin işlerine karışır. Dirlik ve düzenlik kalmamıştır Maraş yöresinde. Dağlarda eşkıyalar, köylerde hırsızlar kol gezer. Maraş Valisinin fazladan vergi ve rüşvet istekleri bir türlü bitmez. Devlet memurları da kendi havasındadır... Asiye Hatun Gara Fatma, Cerit aşiretinin göç yolu üzerindeki Kadirli'yi Andırın'dan ayıran Keşiş suyu kıyısındaki Kesim köyüne gelir. Kendisi için bey konağı yaptırır. Ve kendisini "bey ilan eder"... Yasalar, yasaklar koyar kendi başına. Hırsızlar, haramiler, her türlü kötü işler yapanlar amansızca cezalandırılacaktır. Kırbaçlama, dövme belki de kazığa oturtma cezasına çarptırılacaktır insanlar. Maraş Valisi, Asiye Hatunu "asi" ilan eder. Üzerine askerler gönderir. Andırın dağlarında askeri takibatlar, çatışmalar başlar. Asiye Hatun ismi kavgacı ve mücadeleci olmasından dolayı Kara Fatma Gara Fatma'ya dönüşür. Yöre köylüleri, “Gara Hatun” demeyi tercih ederler. Bir ara yakalanır, elleri zincirli bir halde Maraş'a getirilir. Cezaevine konulur. Yargılanır, biraz ceza alır, ama kısa sürede dışarı çıkar. Ve yıllar geçer… Osmanlı Padişahı Abdülmecit, yenilikçi bir padişahtır ama kendi devrinde devleti de zor durumdadır. Ruslar, "hasta adam" olarak gördükleri Osmanlı topraklarını paylaşmak için savaş hazırlığı yapmaktadırlar. Beklenen olur, Balkanlar ve Kafkaslardan iki koldan Osmanlı topraklarına saldırır. Avrupalı Devletler, Fransa, İngiltere, Sardunya Krallığı, Rusya’nın eline düşen zayıf bir Osmanlı'nın parçalanmasını istemezler, Osmanlı'ya yardımcı olmak, topraklarını korumak amacıyla askerlerini yardıma gönderirler. Osmanlı ve müttefik askerler Kırım Yarımadasında Rus ordusu ile zorlu bir savaşa girer. Maraş yöresinde Andırın ovasında Beylik köyünde yaşayan Gara Hatun, padişahın Ruslar karşısında zor durumda kaldığına dayanamaz. Yıllar öncesi kocası Kalender Paşa'nın mücadelesini hatırlar. Dini için, devleti için, milletinin geleceği için emrindeki adamlarıyla birlikte savaş meydanına gitmek ister. Yaşı da bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen sayıları 300'ü bulan askerleri ile birlikte İstanbul'un yolunu tutar. Onun İstanbul'a gelişi kargı elinde, kılıç belinde bir savaşçı Türkmen kadını olarak devletin imdadına koşması en fazla padişah Abdülmeciti duygulandırır. İstanbul halkı Maraşlı Gara Hatun veya Kara Fatma'yı görmek için peşine düşer. Boğazdan askerleri ile birlikte geçişini padişah saray penceresinden izler. Avrupalı gazeteciler, ressamlar da Kara Fatma'yı görüntülemek hakkında bilgi vermek için onun İstanbul'a gelişi ve savaşçı görüntüsünü izlerler. İngiltere'nin Resimli haberler The İllustrated News Dergisi 22 Nisan 1854 tarihli sayısında Kara Fatma'nın askerleri ile birlikte İstanbul'a gelişinin resmi ile birlikte şu açıklamayı yapar "Çok sayıda katır ve develerle İstanbul sokaklarında görülen Kara Fatma, göründüğü her köşede başta kadınlar olmak üzere önemli sayıda kalabalığın dikkatini üzerine çekti. Fatma'nın kıyafeti geniş kollu çok kirli bir palto, beyaz bir pantolon var. Sarı çizmeler, belinde uzun namlulu tabancalar ve bir de elinde yatağan uzun ve iki yanı keskin pala, ucunda koyu renkli bir bez parçası ile sancak havası veren mızrak var. Başörtüsü kafasına sarılı ve boynu etrafında dolandırılmış fakat yüzünü tamamen açıkta bırakan uzun bir bez parçasıdır." Kara Fatma ve Maraşlı askerler halkın sevgi gösterilerine tebessümle karşılık verir. Türk kadınının yiğitliği, cesareti, gururu yansımaktadır. Davutpaşa kışlasına kadar geldiler. Osmanlı ordusunun savaşçı kuvvetleri arasında sefere katıldılar. Tuna nehri aşıldı. Romanya'nın kuzeyindeki Babadağı cephesinde Rus ordusu ile karşı karşıya geldiler. Bombalar atıldı. Kılıçlar çekildi. Yüzlerce, binlerce asker karşılıklı savaşmaya başladı. Bomba, gülle ve kurşun sesleri arasında Kara Fatma Hatun ve askerleri "Allah Allah" sesleri ile hücuma katıldılar. Gözü pek bu yiğit askerler, vatanlarını düşman saldırısından korumak için ölümü göze alarak ilerlediler. Yürekleri bir volkan ateşi gibi kaynıyor "ya vatan, ya ölüm" sesleri ile yeri göğü inletiyorlardı. Önlerine, yanlarına daha sonra da üzerlerine doğru bombalar gelmeye başladı. Çok yakınlarına düşen bir bomba parçalara ayrıldı. Kara Fatma "vuruldum" dedi. Hemen yanı başında iki askeri sessizce yatıyordu. Onlarda vurulmuştu. Kara Fatma'nın ağzından kanlar gelmeye başladı. Dişlerinin kırıldığı belli idi. Onu kolundan tuttular. Geri çektiler. Sıhhiyeciler geldi. Sedye ile götürdüler. Savaş olanca şiddetiyle devam ediyordu. Osmanlı-Rus sınırında... Balkanlarda, Kırım 'da, Kafkaslar ' da… Kara Fatma yaralandı. Kumandanların da isteği üzerine cephe gerisine alındı. Tedavisi için İstanbul'a gönderildi. Yanında askerleri de vardı. Bir gün padişahın kapısına geldi. Hazırlamış olduğu arzuhali verdi. "Allah aşkına, peygamber isteğine uyarak, din için devlet için cihat yaptığını, bu uğurda yaralandığını açıklıyor... Padişahtan gazilik madalyası ile birlikte memleketine döndüğünde vergiden muaf tutularak kendisine maaş bağlanmasını" istiyordu. Padişah, Kara Fatma'nın dilekçesini inceledi. Bu cesur Türkmen savaşçısına "gazilik madalyası" verildi. Maaş bağlanması için de Adana Mal müdürlüğüne haber verildi. Kara Fatma'nın dilekçesini yazan memur dilekçenin sonuna "Üzeyir Sancağı, Cerit Aşiretinden Asiye Hatun" yazmıştır. Onun ilgili olarak "Kerimoğlu kızı" olarak belge bulunduğu iddiası da bilinmektedir… Oysa Cerit Kızı Asiye Hatun, Kerimoğlu Hacı Osman Bey’in kızıdır. Çukurovalı Kara Fatma, gazilik madalyası ile birlikte Çukurova'ya geldi. Ömrünün son yıllarını Beylik köyünde geçirdi. Namık Kemal, onun hayatı ve mücadelesini, Kırım harbine katılması ve yiğitliğinden etkilenerek “Vatan yahut Silistre” piyesini yazdı. Hacı Osman Kızı Asiye Hatun namı diğer Kara Fatma veya köylülerin dilinde Gara Hatun Beylik köyündeki konağında öldü. Onu böğürtlen dikenlerinin, karaçalıların bol bulunduğu yol kıyısındaki bir mezara koydular. Murt çalıları, kepir taşları ile süslenen mezarındaki hece taşına ismi yazılmadı. Türk ve dünya tarihinin bu efsanevi kadın kahramanının mezarı kayboldu. Ama onu hatırlayan Andırın köylüleri yaptıklarını dilden dile anlattılar… Bu Kadın kahramanımıza rahmet diliyor, hatırası önünde saygı ile eğiliyoruz. Ruhu şad olsun!.. Ali Alper ÇETİN Araştırmacı Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. Çukurova Lobisi Dergisi Ocak 2012, sayı31’den faydalanılmıştır Yazar Hakkında Ali Alper ÇETİN Ali Alper ÇETİN 1955 yılında Ceyhan’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ceyhan’da tamamladı. 1980 yılında Çukurova Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Makina bölümünü başarı ile bitirerek Makina Mühendisi unvanını aldı. Devlet Lisan Okulu İngilizce bölümünden mezun oldu. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü “İşletme Yönetimi” dalında Yüksek Lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi SBF İşletme Yönetimi eğitimi alarak kariyer yaptı. Memuriyete 1980 yılında Orman Bakanlığı Ankara Merkez Atölyesinde Atölye Şefi olarak başladı. Makina İşletme Şefi iken 1982 yılında DSİ Genel Müdürlüğüne intisap etti. 1983 yılında Isparta da askerlik görevini ifa etti. DSİ Genel Müdürlüğünde Mühendis, Kısım Şefi, Başmühendis, Şube Müdürü, Bölge Müdür Yardımcısı, Daire Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Halen DSİ Genel Müdürlüğü Makina, İmalat ve Donatım Dairesi Başkanlığında Daire Başkan Yardımcısı olarak görevini sürdürmektedir. Birçok konuda mesleği eğitimlere katıldı. Türk Tarımı, Çevre ve Erozyon, Mühendislik Hizmetleri, İçmesuyu, Yerel Yönetimler konusunda araştırmalar yaptı. Fransa’ da İçmesuyu ekipmanları ve Çelik konusunda teknik incelemelerde bulundu. Avusturya’da İş Makinaları ile eğitime katıldı. Mesleki konularda yayımlanmış çok sayıda teknik makaleleri mevcuttur. Kültür Sanat, sosyal, güncel makaleler yazmaya devam etmektedir. Bölge gazetelerinde köşe yazarlığı yaparak birikimini okuyucularla paylaştı. Sivil Toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptı. Çukurova’nın Adana, Mersin, Hatay, Osmaniye problemleri konusunda projeler geliştirdi, çözüm önerileri getirdi. Çukurova’nın birlik ve beraberliği için büyük katkılar koydu. Sivil Toplumda “ Sivil İnisiyatif” in gelişmesinde etkin rol oynadı. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Ankara Şubesi 1988-1990 Yönetim Kurulu Sekreteri TSE Makina Hazırlık Grubunda Raportörlük TSE Özel Standartlar Hazırlık Grubu Daimi Komite Üyeliği TSE Ambalaj Özel Daimi Komitesi Üyeliği TSE Şehir İçi Yollar ve Kavşaklar Özel Daimi Komite Üyeliği TÜRK KAMUSEN TÜRK ENERJİ-SEN 11 No’ lu Şube Başkanı TÜRK KAMUSEN TÜRK ENERJİ-SEN Kurucu Üye ve Eğitim Genel Sekreteri BASK Bağımsız Enerji –Sen Kurucu Üye ve Teşkilatlandırma Genel Sekreteri Mühendislik Odalarında “Meslekte Birlik ’ Kurucusu KOSGEB Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme Başkanlığı Kanunun hazırlanması ve etkin rol SMMH Serbest Mühendislik Hizmetleri Yönetmenliği ve Tüzüğünün hazırlanmasında etkin katkı Büyükşehir Belediyelerinde ilk Proje-Vize’yi başlatmanın öncüsü Ceyhan Kültür Yardımlaşma Derneği Kurucu Başkanı 1991-1995 Gıcık Dergisi ve Makina Bülteni Kurucusu, imtiyaz sahibi Çukurovalılar Derneği Genel Başkanı 2008-2013 Çukurovalılar Derneği Onursal Başkanı 2013- Halen DSİ Yayın Kurulu Üyeliği 2015- Halen Çukurova Lobisi Dergisi Kurucusu Aylık, Bölgesel süreli-yayın imtiyaz sahibi gibi görevleri üstlendi. Sayın Çetin; Sivil Toplum Kuruluşlarındaki hizmetleri ile Ülkemizin ve bölgemizin problemlerini kamuoyuna taşıyarak çözüm önerileri geliştirdi. KOSGEB-Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme Başkanlığının kuruluş kanunun hazırlanması ve kuruluş çalışmalarında çok etkin rol oynadı. SMMH Serbest Mühendislik Müşavirlik Hizmetleri Kanuna büyük katkı koyarak, Türk Sanayine hatırı sayılır önemli hizmetler yaptı. Büyükşehir Belediyelerinde Proje-Vize uygulamasının öncüsü oldu. Sayın Çetin, İngilizce bilmekte olup, evli 2 çocuk babasıdır. Merhaba, Oyun çözümünü arıyorsanız CodyCross bilmece için Yaşar Kemal’in Çukurovalı kahramanı, o zaman doğru konudasın. Aslında, bir sonraki seviyeye geçmenizi sağlayacak tüm bulmacaları çözebildim. Ana konuya geri dönmek için lütfen buraya tıklayın Codycross Cevaplari İNCEMEMED Şimdi grup’e dönebilirsiniz ve Bulmaca Codycross Grup 19 Bulmaca 2. Şimdilik söylenecek tek şey bu. Umarım web sitemin yardımı ile ilerlemenizi sürdürürsünüz. teşekkür ederim This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT “Hıristo o aylarda aldığı arabayla deniz kıyısına gidip geliyordu, Deniz kıyısında bir çardak yaptırmıştı, çardak da ev gibiydi. Orada oturup boyuna Anadolu’ya bakıyordu. Üç ay geçtikten sonra başta Adem, yanında hocalar ve öğrenciler geldiler. Adem dedi ki, “Çok uğraştık seni alıp götürmeye geldik.” Sağ olun ben burada rahatım. Arada sırada beni görmeye gelin.” Onlarda döndüler. Çok üzüntülüydüler. Ölünceye kadar denizin kıyısında, her gün değilse de sık sık, Anadolu’yu seyrediyordu…” Sabahattin Ali “İstek” adlı şiirini “Görünmez kollar boynumda. Yarin hayali koynumda. Sıcak bir kurşun beynimde. Bir ağaç dibinde yatsam.” diye bitirdi. Dediği gibi de Türkiye-Bulgaristan sınırında, bir ağaç dibinde beynine sopayla vurula öldürüldü. Orhan Veli, İntihar adlı şiirinde “Kimse duymadan ölmeliyim. Ağzımın kenarında. Bir parça kan bulunmalı.” diye yazdığı gibi, bir kaza sonucu Ankara’da belediye çukuruna düşüp sonra evinde sessiz sedasız ölüverdi. Bu toprakların sırrı mıdır bilinmez ama, bu toprakların ozanları ölümlerini yazmıştır. Yaşar Kemal de öyle… 2012’de yayınlanan son romanı Ege’de geçen Bir Ada Hikayesi adlı dörtlemesinin Çıplak Ada Çıplak Deniz’ini girişteki bölümle bitirmişti. Bu romanın değerlendirmesini yazdığımda, o yaşında bile kendiyle ilgili çıkan her habere duyduğu merakla bunları medya şirketine takip ettiren ustaya, onda ne gördüğümü belli etmek istememiştim. Çünkü romanın son satırları, 89 yaşındaki yazarın veda cümlelerine benziyordu. Belli ki mübadele denen bu toprakların gördüğü en büyük ve en çabuk unutulan acıda Anadolu’dan edilmiş milyondan fazla Rum’dan biri olan Hıristo nasıl ki en sonunda dönme teklifini kabul etmiyorsa, Yaşar Kemal de vakit geldiğinde “Kal” değişimize “İstemem” diyecek, ama onun gibi bir kıyıdan Anadolu’yu gözlemeye devam edecekti. Öyle de oldu. 45 günlük yoğun bakımda veda değil merhaba beklerken “Ben zaten yazmıştım” dercesine o güzel ata binip gitti… Büyük yazarların büyük insanlar oluşu eserlerinin gücünden gelir. Ama büyük bir insanın büyük bir yazar olması tamamen onun tercihidir. Yaşar Kemal, büyük bir insandı ve insanlığı yazarlığına yansımıştı. 2008 yılında eleştiri dünyamızın duayeni Fethi Naci’nin Teşvikiye Camii’ndeki cenaze törenine katıldığımda Notos’ta Demirciler Çarşısı Cinayeti incelemem yayınlanalı birkaç gün olmuştu. Caminin bir kıyısında Fethi Naci’nin omuzlar üzerinde önümüzden geçişine hem Yaşar Kemal’in hem de Adalet Ağaoğlu’nun ileri yaşlarına karşın ayağa kalkıp saygı gösterişlerini bir kıyıdan izledim. Belki o gün bir öyküye dökülürdü. Caminin boşalıp çıkma sırasının gelmesini beklerken, Yaşar Kemal’in etrafının sevenleriyle dolduğunu gördüm. Çoğunluk benim gibi gençlerdi. Ustaya dokunmak, birkaç söz etmek için heyecandan kıpır kıpırdılar. Gazeteciliğimden bilirim. Röportaj yapacağınız ünlü kişiyle buluşma mekanına gittiğinizde etrafındaki sevgi çemberine o denli kapılan olur ki, sizi unutup onlarla ilgilenmeyi seçer de, utana utana gidip hatırlatırsınız kendinizi. O gün başka türlüsünün de mümkün olabileceğini anlayacakmışım. Yaşar Kemal, gözüyle kartal avlayan yazar sözünün hakkını verircesine etrafındakilerin yüzlerine değil ruhlarına bakıp konuşurken, kıyıda beni görüp, “Gel buraya” diye çağırdı. Gittim. “Kimsin,” dedi. Notos’ta Yer Demir Gök Bakır ile Demirciler Çarşısı eleştirilerini yazanım” diye tanıtınca, önce sıçradı, birkaç adım çekilip tepeden tırnağa baktı, “Sen kaç yaşındasın ki edebiyat biliyorsun” diyerek güldü elini omzuma koydu… Teşvikiye Camii’nden onu caddede bekleyen aracına kadar koluna girip götürürken bana Fransızlar haricinde Demirciler Çarşısı Cinayeti’ne değer veren okurların bulunmadığını, İnce Memed’in fenomenleştirilip diğer eserlerinin hakkınca anlaşılmadığından yakındı. Bunu yaparken de cami önündeki İstanbul’un en işlek yolunun ortasında durmaktan çekinmedi. Onu tanıyan ve sabırsızlığıyla meşhur İstanbul şoförlerinin saygıyla baş selamı verip, tek söz etmeden trafiği kesmeleri de, kısacık yolda ona dokunmak için bir çok insanın yarışması da bir minnet töreniydi… Bizim gibi ancak öldüğünde arkandan iyi sözler söylenebilen bir ülkede yaşarken insana saygıya şahit olmak, üstelik bunu iyi edebiyatın yarattığını görmek çok öğretici oldu. 2008’den rahatsızlanıp yorulmaması için doktorunca uyarıldığı 2014’ün yaz aylarına değin bayram, yıl başı ve özel günlerle birlikte Yaşar ağabeyin yayınlarına dair eleştirilerim sonrasında beni defalarca aradı. Ben de onu. Edebiyatın koca çınarı, benim için çocuktu, heyecanlıydı, ne alıyordu demeden dost oldu. Üstelik her konuşmasında benim edebi kurgularıma asla konuya ders verir gibi değil bunu alt metni haline getirerek öğütler verdi. Yetmedi; kendisinin İstanbul’da geçecek bir cinayet romanı yazdığını anlattı. Kurgusunu uzun uzun söyledi. Ağır yazdığım için tanıştığımızdan beri süren romanımı bana anlattırdı… Sağlığı el vermediğinden sokağa çıkıp yürüyemediğinden yakınıyordu. Ama en son sokakta gördüğü pek yoksul adamla neler konuştuğunu, telefonda anlatırken yazıyormuşçasına betimleyerek söyledi. Sık sık da “Ölüm meleği bana gelene kadar hep iyi daha iyi yazacağım” dedi. Yetmeyenler O yaşında hala aklında kurgular, hala aklında sokak vardı. Nasıl olmasın? Yaşar Kemal, İnce Memed ile tüm büyük yazarların olduğu gibi ilk yapıtıyla kendini edebiyata mal etti. Üstelik İnce Memed, cumhuriyetin ilk yıllarında eşitlik ilkesinin hala ağa-köylü şeklinde köylere inmediğini anlatan hem en önemli siyasi eleştiri romanına imza atmıştı. İnce Memed’in kahraman figürü olmasının yanında edebi niteliği; kurgusu, dili, iklimi ayrı değerliydi. Yetmedi üçlemesi Orta Direk, Yer Demir Gökbakır ve Ölmez Otu ile dünya edebiyatında bir ilki yaptı. Üçlemelerin her biri ayrı üslupla aynı karakterlerle ve başka olay örgüleriyle yazılmıştı. Yani bu üçleme hem ayrı birer roman hem de karakterlerin ruh değişimiyle aynı romandı. Bu, o güne değin dünya edebiyatında denenmiş ama başarılamamış bir uğraştı. Yetmedi, İstanbul’a gitti. Gazeteciliğe öykücülüğü soktu. Erzurum depremi de yazdı, yoksulluk nedeniyle ailelerinin başlarından kovduğu ve İstanbul’a düşmüş sokak çocuklarını da. Hem gazetecilikte röportaj içeriğini değiştirdi, tabi ondan sonra edebiyatta yetenekli insanlar gazetecilik yapmadığından bu tür yeterince gelişmedi, hem de sokak çocukları gibi büyük bir sorunu 1950’lerde görerek iler görüşlülüğünü ortaya koydu. Yetmedi, Çukorova’nın değil şehrin romanını da yazabileceğini ortaya koydu. Kuşlar da Gitti adlı kısa romanı hem üslubunun bıçak gibi bilendiği hem yazı hacminin azaldığı hem de Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz ile başarabildiği sadeliğin ihtişamı yazı formunun Türk edebiyatındaki en nitelikli eseri oldu. Yaşadığı Basınköy ve Florya’daki çocukların gözünden hem çocukları edebiyata soktu hem şehri anlattı. Yine İstanbul’daki doğa katliamını Deniz Küstü ile anlattı. Bu büyük başarısıyla da doğma büyüme İstanbullu yazarların Batı formundaki romanlarını bir Çukurovalı ve köy romancısı yaftasıyla yazabileceğini göstererek “Edebiyatın sınırı yoktur” dedi. Yetmedi, Anadolu kültürünü Ağıtlar, Gökyüzü Mavi Kaldı ve Sarı Defterimdekiler gibi eserleriyle anlattı. Zaten bunu ayrıca yapmamış olsa bile Çukurova’nın yerel dilini özellikle Fransız romantizm akımının Batı roman formuyla harmanlayarak oluşturduğu ve Yer Demir Gök Bakır ile zirveye çıkarttığı romancılığıyla zaten yapmıştı. Yani Batı kültürü ile Doğu kültürünü altın oranla birleştirdi… Yetmedi, mübadele acılarına değinen en önemli yazar oldu. Bu kez üçlemede yaptığı ardıl ve farklı roman türünü Bir Ada Hikayesi’nde yaptı. Hem Türkiye’de de ütopik roman yazılabileceğini var olmayan bir Ege adası kurarak anlattı hem de romanın son cildini 88 yaşında tamamlayarak, “Artık eline kalem alamaz” diyenleri yanılttı. Yaşar Kemal bunları yaparken sosyalist siyasetten kopmadı, inandıklarını savundu. Kürt bir yazarın Türkçe ile neler yapabileceğini ortaya koydu. Nobel’e sadece aday olmadı 70’lerin ilk yarısında komitenin ödül için ilk tercihi de oldu ama siyasi nedenlerle alması engellendi. Bunu yapanlar Türkiye’de olmasına karşın küsmedi. Hatta Orhan Pamuk Nobel’i kazandığında Pamuk’a “Siyaseten aldı” diye saldıranlara karşı durdu, “Pamuk’u çekemiyor” diyenlerin saldırırken Yaşar Kemal en önce arayıp bu sonraki kuşak yazarının başarısını tebrik etmişti bile… Bir dostun izinden Demiştik, yazarlığı eserinden değil insanlığının büyüklüğünden geliyor diye. Eserlerinden türkü yapıp 60’ların sonunda kapısını İstanbul’da çalan Ankaralı hakim çocuğu Ömer Zülfü adlı genci çok sevmiş. Daha kitapçıda buluştukları ilk akşam köfte yemeye evine çağırmış. Aynı genç 71 muhtırasıyla arananlar listesindeyken İsveç’e gidişine yardım etmekle kalmamış; İsveç’e bu genç dosta destek olmak için gidip orada yaşamıştı da. Zülfü Livaneli’nin büyük ustaların geçtiği kapıdan doğarken geçtiği kuşkusuz. Ama Yaşar Kemal’in ömrünün sonunda benim de şahit olduğum o insan sever yaklaşımı olmasaydı, Yaşar Kemal’siz hayatının çok çok zor olacağı da kuşkusuz… O muhteşem kadınlar Yaşar Kemal demişken iki kadının ismini de büyükçe yazmak gerekir. Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in can yoldaşı, 50 yıllık eşi… Büyük ustanın rahat çalışmasında ve yaşamasında büyük pay sahibiydi Thilda Hanım. O yaşamını yitirdikten sonra Ayşe Semiha Baban da Yaşar Kemal’in son ana değin dimdik ayakta kalmasının başrol oyuncusu, onun ilerleyen yaşında yeni romanlar metinler yazabilmesinin hem sebebi hem ilham kaynağı olmuştur. O iki muhteşem kadına da Yaşar Kemal’in okurları çok şey borçlu. İnce Memed, “Duvarın dibinde resmim aldılar. Ak kağıt üstünde tanıyın beni” diye başlar… Öyledir. Yaşar Kemal, okunacaklar arasında en değerlilerindendir. Büyük bir yazarın büyük bir insan olmakla olunabileceğini göstermiştir. Ustadır. Unutulmayacaktır… Ne de olsa, “O güzel insan o güzel ata binip gitti…” Erdinç Akkoyunlu – 2 Mart 2015 Bunlar da ilginizi çekebilir Buradasınız “Her ölüm biraz erken ölümdür!”[1] İnsan ve insanlık için, yaşadığı her yılın hakkını vermiş biri için -belki- 90’lı bir yaş yeterince uzun sayılabilir; ama yine de Cemal Süreya’nın dediği üzere, “Her ölüm biraz erken ölümdür”… Yine de erkendi Onun çekip gitmesi… Siz bakmayın Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü, Osmanlı Araştırmaları Vakfı mütevelli heyeti başkanı Ahmet Akgündüz’ün, “Yaşar Kemal’in hayatında, Ona Allah rahmet eylesin diyeceği bir ipucu bulamadığını”[2] söylemesine! Hakkında; “Varoluşa senin kadar tutkulu kim olabilirdi. Bir taş dibinde açan çiçeğin tasviri senin dışında kim tarafından öylesine canlı ve heyecanlı bir şekilde yapılabilirdi,”[3] dedirten 28 Şubat 2015’te yitirdiğimiz Yaşar Kemal, bu zırvaları ka’ale almayacak kadar büyük bir çağdaş klasikti. “Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum,” diyerek 91’inde yaşama veda eden Yaşar Kemal, sadece coğrafyamızın gerçeklerini şiirsel bir dille haykıran bir edebiyatçı değil; aynı zamanda, ulusal sorun da dahil,[4] Türkiye’nin tüm temel sorunlarını dert edinerek; ömrünün önemli kısmını Türkiye İşçi Partisi TİP saflarında mücadeleye hasretmiş bir Kürt[5] aydındı. Kolay mı? “Bir gün bütün Ruslar ortadan kaybolsa onların nasıl insanlar olduğunu tek bir Fyodor Dostoyevski romanından anlayabiliriz,” diyen meşhur söz, Yaşar Kemal için de geçerliyken; Anadolu ve Mezopotamya’nın nasıl bir yer olduğu, orada nasıl insanlar yaşadığı Yaşar Kemal romanlarından anlaşılabilirdi… Bütün bir hayatı olanca büyüklüğüyle kucaklayan Onun cenazesine katılanların çeşitliliğine bakılınca; çok sevilse de; “Herkesin Yaşar Kemal’i başka!” dememek mümkün değildi... Mesela büyük holdinglerinin başkanları, onu uğurlamaya gelmişlerdi. Sonra Kadir İnanır’dan Fatih Terim’e, Hasan Cemal’den Oral Çalışlar’a; iş, sanat, basın, siyaset ve spor dünyasının ünlüleri de oradaydı! Hani çoğu, “Kabrime gelme, istemem!” denilecek türden insanlardı! Hepsi, Yaşar Kemal’le olan özel yakınlıklarını, dostluklarını anlattılar! Mesela Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan, “Yaşar Kemal, babamın arkadaşıydı. Benimle de dostluğu vardı,” dedi; 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, “Babamın yakın arkadaşıydı. Hatta geçen Kurban Bayramı’nda telefonla görüşmüşler” bilgisini paylaştı! Daha önceleri hep Mehmet Ağar’ın yanında gördüğümüz Fatih Terim ise, “Yaşar Kemal benim ağabeyimdi” diyerek, aile bağlarının derinliğine vurgu yaparken; Murat Bardakçı bile Habertürk’teki Tarihin Arka Odası’nda, “Yaşar Abi, anamın ve babamın yakın arkadaşıydı” diye övünerek kendine pay çıkardı… Şaşırmamak -yani TİP’li Kürt Yaşar Kemal bu insanlarla nasıl “dost” olabilmişti- mümkün müydü? Elbette değildi; ama buradan çıkartılması gereken ilk sonuç; Onun egemenleri yalan söylemeye mecbur kılacak kadar büyük olduğuydu… Evet, “Kimi büyükler vardır, büyük sözcüğü veya büyüklük kavramı onların gerçek büyüklüklerini dile getirmek için yetersiz kalır. Yaşar Kemal, onlardan biriydi… Yazılı ve yazısız Anadolu kültürünün has temsilcisiydi.”[6] Evet, evet “Büyük” sıfatını hak eden, türünün son örneklerinden, Yaşar Kemal’di O… Ve birgün, “O güzel atlara binip çekip gitti.” Hatırlarsınız “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler,”[7] diye yazmıştı Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin ilk cümlesinde… Çekip giden O; bu toprakların vicdanı, kaderine boyun eğmiş köylüsünün de, başkaldırmış eşkıyasının da dili, akan nehirlerinin çağıltısı, rengârenk bitki örtüsünün koca yürekli usta kalemiydi. “Okur-yazarlığı öğrenmeseydim, şimdi Anadolu’nun bir köyünde, kasabasında destan anlatıyor, türkü söylüyor olurdum. Yolumu ta çocuklukta çizmiştim,” diyen Yaşar Kemal’in yazdıkları kendi deyimiyle “mecbur adam”ların ustalıklı öyküleridir. Halkın bağrından doğup, bütün bir ömrünü ve sanatını yine onlara adayan Yaşar Kemal için “Kürt sözlü edebiyatındaki kilam ve stranlar başlıca beslenme kaynakları olmuştur. Öyle ki Dengbêj Evdale Zeynike Kürtlerin Homeros’udur, benim de fikir babamdır’ diyebilmişti. Siyasi görüşü ile sanatının paralel olduğunu, halk ve doğa’ya inandığını, sanatının emekçilerin çıkarlarının emrinde olduğunu dile getirmiş ve bu gerçeklikte yazmıştı.”[8] HAYATI Ragıp Zarakolu’nun, “Çağdaş Homeros’u idi bu coğrafyanın Yaşar Abi. Ölümü 2015 soykırımının tam 100. yılına denk geldi. Ve soykırım bu topraklara yeniden geri döndü. Yaşar Abi Van kökenliydi. 1915’in burgacı içinde savrulmuştu, Toros eteklerine mensubu olduğu Kürt aşireti. 10 yıl kadar önceki bir sohbetimizde bu aşiretin Süryanî kökenli olduğunu söylemişti, neşeyle. Bunu bir zenginlik saymıştı. 1915’in ardından, 1916’da Karadeniz Rumlarının tehciri başlamıştı İç Anadolu’ya doğru, hemen o sıralarda bir de Kürt tehciri başlatılmıştı. Suriye çöllerinde ise, tanınan yüzde 5 oranını nüfusları aştığı gerekçesi ile Ermenilerin nihai kıyımı başlatılmıştı. Korkunç yıllardı. Yaşar Kemal bu kanlı toprakların epopesini yazdı,”[9] diye betimlediği Onun asıl adı Kemal Sadık Gökçeli’ydi. Van Gölü’ne yakın Ernis bugün Ünseli köyünden olan ailesinin I. Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı yaşamöykülerinde 1923 olarak geçer. Van’dan Çukurova’ya göç eden bir Kürt ailesi olarak, Ermenilerin toprağı Adana’daki bir köye yerleşmeyi reddediyorlar. Zira Ermeniler artık oradan sürülmüştür. Yaşar Kemal’in annesi “Yuvasından atılan bir kuşun yuvası başkasına ev olamaz” diyor ve yerleşmeyi kabul etmiyor. Yine göç sırasında Yaşar Kemal’in babası yol üzerinde ölmek üzere olan bir çocuğu evlat edinir. Adı Yusuf olur. Yıllar sonra baba Yaşar Kemal yaşındayken, camide gözlerinin önünde evlatlık Yusuf tarafından öldürülür. Ertesi gün Yaşar Kemal kekeme olur. 12 yaşına kadar kekemeliği sürer. Babasına çok düşkün bir çocuk olarak uzun yıllar mezarını ziyaret edemez. Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat kâtipliği 1941, Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk 1942, Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği 1941-1942, pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. 1940’ların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu, 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başladı ve 1940-1941 kesitinde Çukurova ile Toroslar’dan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar’, Adana Halkevi tarafından 1943’de yayınladı.[10] 1978’deki söyleşide sanat çalışmalarına ilkokula başlamadan önce şiirle koyulduğunu ve okula başladığında “yaşlı halk şairleriyle çakıştığını” anımsadığını belirtti. İlkokulun son sınıfındayken arkadaşı Aşık Mecit, çok iyi saz çalarken kendisi annesinden ötürü sazı “berbat” çalmaktaydı. Bunun nedenini şu sözlerle dile getirdi “Benim saz çalamamamın sebebi var, anam aşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, aşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Aşık Mecit’le çakıştırırlardı. Aşık Mecit’le Kadirli’de bir kahvede bir gece sabaha kadar çakıştığımı şimdi iyice anımsıyorum.” Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhâlcilik yaptı. 1944’de ilk öyküsü Pis Hikâye’yi yayınladı. Bunu, Kayseri’de askerlik yaparken yazmıştı. Bebek’, Dükkâncı’, Memet ile Memet’ öyküleri 1950’lerde yayımlandı. 1950’de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı. Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-1963 kesitinde Cumhuriyet’te Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarısıcak’ı, -1947’de İnce Memed’i yazdı fakat yarım bıraktı ve 1953-1954’te bitirdi- 1955’te yayınlandıktan sonra ise kırktan fazla dile çevrilecekti İnce Memed’. Romanı yazma nedeni eşkıya olan amcasının oğlunun dağda vurulması olduğunu 1987 yılındaki bir söyleşisinde belirtti. Ayrıca aynı söyleşide, çocukluğunun eşkıyalığın içinde geçtiğini, dayısının “en büyük” eşkıyalardan biri olduğunu, o çevrede 1936’lara kadar beş yüze yakın eşkıya bulunduğunu ve bunlardan birinin de Kurtuluş Savaşı’nda Kadirli’yi ilk örgütleyenlerden olan Karamüftüoğlu ailesinden ünlü Remzi Bey olduğunu söyledi. Remzi Bey kendisine, ilk İnce Memed’ hikâyesinde “Çakırdikeni” diye yer alan diken hikâyesini anlatmış ve ona “eşkıyalığın felsefesini” yapmıştı. Daha sonra 1962’de girdiği TİP’de genel yönetim kurumu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-1975 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu. 1995’te Der Spiegel’deki yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorship’teki yazısı yüzünden 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi. Şaşırtıcı düş gücü, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca coğrafyamız romanının değil, dünya edebiyatının da önde gelenlerinden biri olan Yaşar Kemal, aralarında Varlık Roman Armağanı, TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü, Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü Orhan Kemal Roman Armağanı, Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü, Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü ve Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün de bulunduğu çok sayıda ödül aldı. Yurt dışında da aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Legion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Pemi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Legion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu 20’den fazla ödül, ikisi yurt dışında, beşi Türkiye’de olmaz üzere 7 fahri doktorluk payesi aldı. 2013’te Norveç Edebiyat ve İfade Özgürlüğü Akademisi’nin Norveç’in verdiği Bjornson Ödülü’ne değer görüldü. EDEBİYATI Yaşar Kemal, sadece bir romancı ve hikâye yazarı değildi; aynı zamanda, büyük bir devrimci ve hak savunucusuydu. Eşitlik, barış ve insan hakları mücadelesinde, toplumsal yapının dönüşmesi için mücadele saflarında yer aldı. Yapıtlarında insanların dramına, egemenler karşındaki çaresizliğine, direncine ve mücadelesine yer verdi. Edebiyat ve sanat felsefesini insanlıkın zulümden kurtuluş kavgası üzerine temellendiren usta, bir söyleşisinde şunları diyordu “Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. ... Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.”[11] Kolay mı? “Bir romancı dilini romancının kişiliği yaratır. Yalnız o kişilik kendi diliyle kaynaşmış, kendi dilinin ıncığını cıncığını bilmiş olacak,”[12] diyen O; “Bir tevazu timsali”ydi;[13] Anadolu ile Mezopotamya’ya kulak, söz, cesaret, yürek, ışık ve türkü olup; coğrafyamızın destanlarını, ağıtlarını, masallarını, şiirlerini ve tekerlemelerini harmanlayarak, edebiyata “yeni” bir dil kazandırmıştı. Çukurova’nın baş kaldıran eşkıyasıydı; “Çukurova’nın destancısı”ydı…[14] “Kadim bir geleneğin sözcüsüydü”[15] ve “Sınırsız imgelem gücü”yle[16] mücehhez, “Gelmiş geçmiş en büyük yazar, kelimeleri büyülü bir dil Şamanı’ydı”;[17] “O büyük yazarlar sülalesinin bu coğrafyadaki temsilcisiydi. O Dostoyevski’ydi, o Çehov’du, o Hemingway’di, Faulkner’dı”…[18] Halkın içinden çıkmış ve halkı yazan bir yazardı. Yaşar Kemal, halkın edebi arzuhâlcisi oldu. Onun gerçekliğini, yoksulluğunu ve ezilişini güzel bir dille, bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Halk yaratıcılığıyla, destanlar, türküler, ağıtlar içinde yoğrulan Yaşar Kemal, yazınında halkın yoksulluğunu, çaresizliğini, acılarını, sevinçlerini ve bunları dile getiriş biçimini özümsedi. Sarı Sıcak’ta, Çukurova’nın acımasız koşulları içinde yaşamak için mücadele eden insanları yazdı. Onun kahramanları, “mecbur insanlar”dı. Gerçekçi yazarlar, toplumsal ve tarihsel koşulların biçimlendirdiği, direnmeye ve başkaldırmaya zorunlu kıldığı bu “mecbur insanlar”ın yazarlardır. Yaşar Kemal’in en ünlü “mecbur insan”ı, ağalara başkaldırmaya zorunlu İnce Memet’ti…[19] Toplumsal Sorumluluk ve Edebiyat’ başlıklı konuşmasında Murathan Mungan’ın, “O, edebiyatımızın onuruydu,”[20] sözleriyle betimlediği Yaşar Kemal’i; Ferit Edgü, “Hem yerel, Hem de evrensel olmayı başarmış tek yazarımız” diye nitelerken; Oya Baydar da, Yaşar Kemal’in edebiyata bakışını “O; ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, yoksul insanların trajedisini anlatır ama bu bir yenilgi edebiyatı değildir; isyan ve umut gürül gürül akar kaleminden. O güzel insanlar o güzel atlara binip’ gittiklerinde bile artlarında daha aydınlık bir gelecek umudu kalır” sözleriyle anlatır.[21] Özetle “Edebiyatla hayat ilişkisinin canlı tutulduğu, yazının dünyayı değiştireceğine inanıldığı bir çağın son büyük yazarıydı. Onu ve eserlerini yaşatacak olan haksızlığa, hırsızlığa, adaletsizliğe karşı isyan duygusunu yitirmemiş genç kuşaklar olacaktır. Yaşar Kemal’in ardından bir yazı kaleme almak edebiyatı ve isyanı onun romanlarıyla sevmiş, sanat ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini onun romanlarından öğrenmiş, onunla aynı dünya görüşünü paylaşmış benim gibi insanlar için hiç kolay değil… Yaşar Kemal’i resmi ve sivil kesimlerin saldırılarına rağmen edebiyatın ve politikanın içinde tutan güç ideolojisiydi. Ben sosyalist militanım ve Marksistim’ diyecekti söyleşisinde. Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine Marksizme bireyin kurtuluşu, insanlığın özgürleşmesi diye bakıyorum … Yoksulluk, dünya çok zengin olduğu hâlde, insanlığın yüz karası değil mi? Bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması bütün insanlığın aşağılanması değil de nedir? Bunun için benim edebiyatım bir angaje edebiyattır. Bunun için ben bir angaje insanım. İnanmış bir Marksist olmama karşın elimden geldiğince özgür düşünmeye çalışıyorum…’ Böyle bir fikriyattan hareketle eserleriyle resmi tarihe şerh düşmüştü Yaşar Kemal. Ancak politikayı edebiyata, edebiyatı politikaya indirgeme hatasına hiçbir zaman düşmedi. Tek tipleştirilmek istenen topluma başka gerçeklerin ve kimliklerin, başka yaşantı ve değerlerin bulunduğunu onlara onların hikâyelerini anlatarak hatırlatacaktı. Yaşar Kemal’in hikâyeleri bizim hikâyelerimizdi ve bizdeki başkayı anlatıyordu. Gözaltılarla, tutuklamalarla, işten atılmalarla, baskılarla ödetilen bedel edebiyat yoluyla gerçekleri aydınlatmasındandı.”[22] SİYASETİ Despotlara ve despotizme karşı eşitlik ve özgürlük saflarında mücadele eden Yaşar Kemal, “İnsanın içindeki eşitlik, adalet, özgürlük duygusu var oldukça sosyalizm savaşımını zafere kadar insanoğlu sürdürecektir,” derken; “Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Bu çağa gelinceye kadar kültürler birbirlerini beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım,” diye ekleyerek İşçi sınıfının iktidarını savunup, TİP saflarında yerini almıştı… Bu tavrıyla, elbette egemenleri rahatsız etmiş ve hapishaneye atılarak korkutulmak, sindirilmek istenmişti. Ancak ne zindanlar, ne iktidar medyasının unutturma çabası, Onu yok edememişti… Çünkü O sadece Çukurovalı Kürt Yaşar değildi! Türklerin Kürt’ü, Kürtlerin de Türk’üydü! Kürt sorunun çözümü için “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır” diyerek yol göstermişti. “Alevîleri çok seviyorum,” vurgusuyla Yaşar Kemal, “Alevîleri yazdım çokça. Onlar da çok zulüm görmüş insanlardır. Ben zulüm gören insandan yanayım… Onlar zulüm gördüler, onları öldürdüler, onları dövdüler. Yine de o sevgi dininden vazgeçmediler,” diye eklemişti Yaşar Kemal Gökçeli daha küçük yaşlarda muhalif bir siyasi kimlik edindi. 1940’ların başında Adana’da sürgünde bulunan Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli aydınlarla tanışması hayatının dönüm noktalarından biri oldu. Abidin Dino kendisine Türküler Müfettişi’ adını taktı. Siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini 17 yaşındayken yaşadı. Bundan 10 sene sonra ise Türk Ceza Kanunu’nun 142’nci maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı. Bir süre Kozan Cezaevi’nde yattı. Gençliğinde benimsediği sol kimliğinden vazgeçmedi. Birçok hapis ve davayla karşı karşıya kaldı. Politik olarak en aktif olduğu dönemlerden biri 1962’de katıldığı TİP süreciydi. Emekçi sınıfının yönetime gelmesini isteyen Kemal, TİP’te sekiz yıl çalıştı ve yöneticilik yaptı. Daha TİP’ten ayrılan yazar, nedenini partinin niteliğini yitirmesine, bürokratların eline geçmesine ve emekçilerden kopmasına bağladı. Mücadeleciliğiyle müsemma O, “Deniz Gezmiş’lerin idamına engel olmak için çalışanların içinde de vardı. 2000 yılında yitirdiği eşi Tilda, 12 Mart 1971 darbesinde tutuklanmış; Yaşar Kemal, tutukevi kapılarına yemek de taşımıştı. Ankara’da da, gelini Taman tutukluydu. 1974 affını çıkarmak için ortalığı ayağa kaldıran ailelerin arasında, Yaşar Kemal de vardı...[23] Koca yürekli bir adamdı. Başı derde girenin ilk başvurduğu kapılardan birisiydi.”[24] Onu; “Yaşar Kemal en büyük Cumhuriyetçi yazardır,”[25] diye yorumlayan Doğan Kuban’a katılmak mümkün değildir; “Yaşar Kemal rejimin en ceberrut olduğu yıllarda halktan ve demokrasiden yana oldu. Bu topraklarda halkların ve kültürlerin işçiliğini ve taşıyıcılığını yaptı.”[26]Bunu yaparken de hep sosyalist ve Kürt olarak kaldı; Hasan Bülent Kahraman’ın aktardığı örnekteki üzere “Karlı, çamurlu, çok zor bir akşam evine gitmiştik. Fikri Sağlar kültür bakanıydı ve kendisine Paris kültür ataşeliğini teklif edecekti. Ben danışmanıydım. Bizi dinledi. Ben devletten hiçbir şey istemedim, almadım da’ dedi. Karısı Tilda Hanım, uzun elbisesiyle, ayakta duruyor, sürekli odada dolaşıyor, sürekli sigara içiyordu. Yaşar’ dedi, Kürtçeden başka dil bilmez’. Ve Yaşar Kemal reddetti teklifi…”[27] Evet Yaşar Kemal, 1990’ların başından itibaren Kürt sorununda açık tutum almaya başlarken, Selim Temo da bunu şöyle anlatmıştı “Musa Anter’in 1992’de öldürülmesi üzerine yazdığı yazıyla Yaşar Kemal, yönetenlere yönelik çok sert ifadeler kullanmaya başlar. Bu soruna da kendi insan anlayışı penceresinden bakan Yaşar Kemal, sert eleştirilerine karşın bir kardeşlik konsepti kurar ve savunur Bu iki kültür, Türk ve Kürt kültürleri birbiriyle sağlıklı olarak kaynaşsaydı, bugün Türkiye’nin görüntüsü insanlık içinde çok başka olurdu’…”[28] Bundan hareketle O, “1993 Aralık’ında, 70 yaşında yine elini taşın altına koyarak Kürt Sorununun barışçıl demokratik çözümü için bir konferans düzenlenmesinde başı çekmişti. Orada yaptığı tarihi konuşmada, Niye 70 yaşına kadar bekledin diye sorarsanız’ demiş ve şöyle devam etmişti Çünkü bu korku cumhuriyetin duvarlarını ancak 70’inde aşabildim’ demişti. Bu bir kardeşlik toprağıdır, bu topraklardaki bütün kültürlerin, dillerin ve her doğa parçasının üstüne titrememiz gerekir’ diyordu Yaşar Kemal Kürt sorunu Türkiye’nin çağdaşlık sorunudur, Kürt sorunu Türkiye’nin demokrasi sorunudur, bir kardeş kavgasında kazanan olmaz!’ Yaşar Kemal, askeri “operasyonlar”ın hızlandığı 1995’de DGM’de yargılanırken hâkimlere şöyle sesleniyordu Benim yazılarım halkımıza birer çağrıdır. Öncelikle batıdaki, doğudaki çocukları savaşta ölmüş anaları çağırıyorum. Bu savaş en çok sizin yüreğinizi yaktı. Herkesi çağırıyorum, sayın yargıçlar sizleri de bu savaşı durdurmak isteyenlere katılmaya çağırıyorum.’ Yargıçlar ise, onu mahkûm etmeyi tercih edecekti.”[29] Kürtlerin acılarını dile getirip, bu konuda devleti eleştirdiği için “bölücülük”ten hapse mahkûm edilmişti; hem de “Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan tüm halklar, sözüm hepinizedir. ... Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle elele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir,”[30] diye haykırdığı hâlde! Dönemin HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Zulmün karşısında mücadele etmeyi zalimin karşında diz çökmemeyi bize miras bırakmıştır,”[31] diye betimlediği O, bu dünya zulme karşı nasıl dik duracağımızı öğretti, anlattı Güray Öz’ün düştüğü nottaki üzere “Şimdi arkasından yakılan ağıtlara bakıyorum da onun işçilerin, yoksulların, emekçilerin, sömürüye karşı direnenlerin aydını, militanı olduğunu, sosyalistliğini unutmuş gibiler. Nâzım’ın komünistliğini, militanlığını nasıl unutturmaya çabalıyorlarsa Yaşar Reis’i de barışçı’ deyip geçerek, işlerine geldiği gibi tarif etmek niyetindeler. Barışçıydı doğru, ama nasıl bir barışçıydı? Ezenle ezilenin barışını savunan bir barışçı mı? Sosyalistti Yaşar Reis, bağımsızlık ateşini yakan gençlerin aydınıydı. 1968 üniversite işgallerinin uykusuz çocuğuydum ve Yaşar Kemal Deniz’lerin başı çektiği o işgalcileri ziyarete gelen tek aydındı. Hapishanelerin, zindanların, sorguların hem sanığı hem de tanığıydı. O büyük ziyaretçisiydi hapishanelerin ve komutanlar, jandarmalar kenara çekilirlerdi o geldiğinde…”[32] TOPARLARSAK… Sait Faik’in, kitabını Yaşar Kemal için “Türklerin en Kürdüne, Kürtlerin en Türküne” diye imzaladığı; Sabahattin Eyüboğlu’nun da onun için, “İnsan var/ Karartır ak gündüzü,/ İnsan var/ Ağartır gecemizi,” dizelerini kaleme aldığı ustanın ardından yazı yazmak zor. O, sadece romancı değildi. Türküler, ağıtlar derledi; şiirler yazdı. Şiirlerinden besteler yapıldı. Kitaplarının etkisiyle türküler yakıldı… Onlarca “destan”dan hangi birini anlatabilirsiniz ki? Evet Yaşar Kemal gibi büyük bir yazarı anlatmak da çok zordur. Sanırım o, edebiyatındaki büyük sihri, hayatına da yansıtmış yazarlardan biriydi. Bir şelaleyi andıran görkemli coşkuyu, edebi anlatım biçimine dönüştürüp, insanları ve doğasıyla bütün bir hayatı tutkuyla anlatmıştır. Onunki öylesine büyülü bir coşkudur ki, okuyucuyu yakalayıp sınırsız/ sonsuz maceraya davet ederken; korkuların karşısına eşkıya İnce Memed’in başkaldırısını koyardı. Çünkü sahici, ayakları yere basan, kökleri sağlam ve bu topraklara aitti O. Hayatı boyuncu toplumun vicdanı olan Yaşar Kemal, sevgi dolu isyankâr uzun bir yürüyüştü; yaşadığı/ yazdığı topraklara/ coğrafyaya bağlılığı çok derindi. Koca yürekli Yaşar Kemal Anadolu’ydu, Mezopotamya’ydı! Hem de kara, katı, koyu, sert Anadolu’dur, Mezopotamya’dır; “Kadim hafıza”dır;[33] “Halk adamı”dır;[34] “Anadolu-Mezopotamya’nın dengbeji”dir.[35] Günter Grass için “O, hayat mektebinden deneyimleriyle sosyalisttir”;[36] özgürlüğün gözü pek savunucusudur; geniş kitlelere seslenen renkli bir anlatımla, adaletsizliği acımasızca eleştirendir; Elia Kazan’a göre de, “Homeros geleneğinde yazan bir romancıdır, başka hiçbir sesi olmayan insanların sözcüsüdür.”[37] “Onu ve edebiyatını destansı kılan, bu topraklara, insanına tarifsiz bağlılığıydı. Yokluk, yoksulluk, çaresizlik içinde geçen çocukluğu ve gençliğiydi...”[38] Tarihi, coğrafyayı, doğayı ve toplumu, mitler, efsaneler, türküler, düşler ve gerçeklerle yoğururken; toplumun düşleriyle, kendi yaratıcığını bütünleştirip; daha güzel, daha iyi, daha mutlu bir gelecek için hepimizi kışkırttı... Düşlerimizi, gerçeklerimizi, hasretimizi ve özlemlerimizi sandığımızdan daha da sahici kıldı. Işıl Özgentürk’ün, “Bu topraklar her zaman mucizelerin yurdudur. Bu mucizelerden biri de Yaşar Kemal’dir”;[39] İdil Biret’in, “Ben Beethoven ile Yaşar Kemal arasında bir yakınlık görüyorum İkisinin de sınır tanımayan yaratıcılıkları var,”[40] diye betimlediği O, inandığı şeyleri kimseden korkmadan tam da bunlar için yarattığı kahramanları kadar ölümsüzdü şunları haykıran cüretin Yaşar Kemal’i…“İçim yaşama sevinciyle dolu olduğu için, hep ışığın türkücüsü olmaya çalıştım”…[41]“Bizi düşünmeye alıştırmamışlar. Üstelik de düşünmeyelim diye ellerinden geleni yapmışlar. Düşünmeye çalışanları da hep öldürmüşler”…“Beni sansüre mahkûm edeceğinize idama mahkûm edin. İnsan, düşleri öldüğü gün ölür”…[42]“Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir, bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım”…[43]“Bizim dilimizi kestiniz. Bir milletin dilini kestiğiniz zaman, onu öldürürsünüz”…“Dağlar, insanlar, hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır”…[44]“İnsan evrende bedeni kadar değil, yüreği kadar yer kaplar”…“Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir”…Bir de tabii ki, Katılamadığı 2014’de Bilgi Üniversitesi’nde kendine verilecek fahrî doktora törenine, gönderdiği mesajdaki vasiyet niteliğindeki şu sözleri “Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.”[45] 18 Ocak 2019 081153, İstanbul. N O T L A R[*] Güney Dergisi, No88, Nisan Mayıs Haziran 2019…[1] Cemal Süreya[2] “Ahmet Akgündüz Yaşar Kemal’e Rahmet Dileyecek Bir Şey Bulamadım”, Milliyet, 2 Mart 2015… Cengiz Çandar, “Yaşar Abi...”, Radikal, 2 Mart 2015… “Evet, Yaşar Kemal’in öldüğü gün Kürt sorununun çözümü için önemli bir adım atıldı,” Metin Celal, “Yaşar Kemal ve Çözüm Süreci’…”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, dense de; böyle olmadı bu![5] Diyarbakır’ın, Yaşar Kemal’in kaleminden tam tarifi ise şöyle “Bu akrepler payitahtı, gül şehridir, kahvehaneler şehridir.” Oral Çalışlar, “Yaşar Kemal’in Kaleminden Eski Diyarbakır”, Radikal, 9 Mart 2015… Ahmet Cemal, “Yaşar Kemal Kültürü…”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Cem Yayınevi, 1973.[8] A. Hicri İzgören, “İnce Memed Yetim Kaldı”, Gündem, 5 Mart 2015, Ragıp Zarakolu, “Veda Töreni”, Evrensel, 3 Mart 2015, 1943’te Adana Halkevi tarafından basılan bu kitap, 1993’te Toros Yayınları tarafından yeniden su yüzüne çıkartıldı. Bu “gecikmiş” ikinci baskıya yazdığı önsözde, kitabın oluşum sürecini şöyle anlatıyor “Doğduğum köy olan Hemite köyünde şimdiki adı Gökçeadam ölülere ağıt yakılırdı. Bu gelenek çocukluğumdan bu yana sürüp geliyordu. Bir de Torosların ardından Çukurovaya Avşarlar iniyorlar, yazın pamukta, çeltikte, orakçılıkta çalışıyorlar, kışın da kışlıyor, kök söküyor, çift sürüyorlar, ark kazıyorlardı. Bu Avşarlarda da ağıt geleneği olduğu gibi sürüyordu. Onların ağıtlarını da bizim ovanın kızları, aşıkları öğreniyorlardı. … Ben ilk ağıt derlemelerini Hemite köyünde yaptım. … Sonra Torosları dolaşmaya başladım. Yaya, elimde kiraz ağacından bir değnek, köy köy dolaşıyor. … köylülerle yakın ilişkiler kuruyor, ondan sonra da kadınlardan ağıtlar derliyordum.” 1939’dan itibaren üç yıl boyunca dolaşmış Yaşar Kemal, Toroslar’da… Derlediği ağıtlardan biri, Karakız Hatun’dan alınan Kozanoğlu’, 1977 tarihli Zülfü Livaneli albümü Merhaba’da yer aldı. Yaşar Kemal, kitabında, ağıt hakkında şunları söylüyor “Bundan seksen sene evvel, Kozanoğlu Ahmet Paşa ve kardeşi Yusuf Ağa devlete isyan etmişlerdi. Bunların tenkiline Derviş Paşa memur edilmişti. Yapılan muharebede Yusuf Ağa asker tarafından süngülenmiş, Ahmet Paşa da esir düşmüştür. Bu ağıt, akraba kadınları tarafından Yusuf Ağa için yakılmıştır.”[11] Metin Boran, “Yaşar Kemal”, Evrensel, 3 Mart 2015, Yaşar Kemal, “Bin Çiçekli Kültür Bahçesi”, Cumhuriyet Yaşar Kemal Eki, 1 Mart 2015, Refik Durbaş, “Bir Tevazu Timsali”, Cumhuriyet Yaşar Kemal Eki, 1 Mart 2015, Konur Ertop, “Çukurova’nın Destancısı”, Cumhuriyet Yaşar Kemal Eki, 1 Mart 2015, Meltem Gürle, “Ozanın Ölümü”, Birgün, 2 Mart 2015, Nedim Gürsel, “Yaşar Kemal ile Bir Tren Yolculuğu”, Cumhuriyet, 22 Mart 2015, Mine G. Kırıkkanat, “Yaşar Kemal”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, Işıl Özgentürk, “Yurdum Yetimsin Artık…”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, “Türkiye, İnce Memed’in sinemaya aktarılmasını 1964 yılına kadar sansürledi. Aynı yıl 20th Century Fox aldı romanın film hakkını. Ama Türkiye, çekimlerin Türkiye’de yapılmasına izin vermedi. Amerikalılar, Süleyman Demirel’e bile başvurdu, sonuç alamadılar. Derken İnce Memed’in sinema haklarını Stanley Mann satın aldı. Onun senaryosu da sansüre takıldı. İnce Memed, Peter Ustinov tarafından satın alındı bu kez. Türkiye yine çekim izni vermeyince, Yugoslavya’da çekilmesine karar verildi. Film Türkiye’de gösterime girdiğinde, geliri Yaşar Kemal’e ödenecekti. Ancak Bakanlar Kurulu, çekilen filmin Türkiye’de gösterilmesini de yasakladı!” Mine G. Kırıkkanat, “Yaşar Kemal’in Londra Seferi”, Cumhuriyet, 15 Mart 2015, Özge Kara, “Edebiyatımızın Onuruydu”, Milliyet, 2 Mart 2016, “İsyan ve Umudun Yazarı”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, A. Ömer Türkeş, “Yaşar Kemal ile Bir Çağ Kapandı”, Radikal Kitap, 6 Mart 2015... O günlere bir anısı da öyledir “Yaşar Kemal’i ilk olarak 1971 tutuklamalarında tanıdım. Temmuz ayındaydık. Seçkin Cılızoğlu Selvi ile birlikte Sansaryan Han’ın en üst katında tutukluyduk, oradaki masaların üzerinde yatıp uyuyorduk. Bir gece ortalık karıştı, vurucu timler hazırlandı. Baskına gidiyorlardı. Geri geldiklerinde önce Azra Erhat’ı, sonra da Yaşar Kemal, Tilda Gökçeli, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ve Magdalena Ruffer’i getirdiler. Büyük’ operasyon tamamlanmıştı. Sonra bizi Sansaryan’dan Maltepe Cezaevi’ne gönderdiler. Yaşar Ağabey’i bırakmışlardı. Kadınlar koğuşunda Magdalena Ruffer, Azra Erhat ve Tilda Gökçeli ile birlikteydik. Sabahattin Eyüboğlu ise erkek tutuklularla beraberdi. Görüş günlerinde Yaşar Ağabey elleri kolları filelerle, sepetlerle dolu kapıya dayanır, Kızlar ben geldim’ diye moral dağıtırdı herkese. “Ayşe Emel Mesci, “Atlarına Binip Gitmesinler”, Cumhuriyet, 9 Mart 2015, Oral Çalışlar, “Yaşar Abi’yle Vedalaşırken”, Radikal, 2 Mart 2015… Doğan Kuban, “Yaşar Kemal En Büyük Cumhuriyetçi Yazardır”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No1459, 6 Mart 2015, Muzaffer Ayata, “Yaşar Kemal”, Gündem, 9 Mart 2015, Hasan Bülent Kahraman, “Anadolu’ydu!”, Sabah, 2 Mart 2015, Fatih Polat, “Yaşar Kemal ile Büyümek Bir Şanstı”, Evrensel, 2 Mart 2015, Ragıp Zarakolu, “Veda Töreni”, Evrensel, 3 Mart 2015, Yaşar Kemal, Bu Bir Çağrıdır, YKY, 2012.[31] “Binbir Çiçekle Uğurlandı”, Gündem, 3 Mart 2015, Güray Öz, “Yaşar Kemal Öldü mü, Issız Acun Kaldı mı?”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, Mine Söğüt, “Gözler Yaşlı, Sesler Yaslı”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, İlhan Başgöz, “Yaşar Kemal’e Ağıt”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, A. Cihan Soylu, “Anadolu-Mezopotamya’nın Dengbeji”, Evrensel, 5 Mart 2015, Günter Grass, “Tüm İnsanların Yaşar Kemal’e Borcu Var”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, “Yaşar Kemal’in Ölümü Dünya Basınında Özgürlüğün Gözü Pek Savunucusu’…”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, Ahmet Tan, “… Anıt Adam’ın Ant Yazarı Olarak Portresi”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, Işıl Özgentürk, “Bir Mucize Yaşar Kemal”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2016, Zeynep Oral, “Beethoven Yaşar Kemal Ortaklığı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2015, Yaşar Kemal’in tükenmez bir yaşama sevinci vardır. Romanlarını, mümkünse bir ağaçlıkta, yürüyerek düşünürdü. Onu bir korulukta yürürken seyredenler mırıldanarak otlarla, böceklerle konuşup tartıştığını da sanabilirler Ayrıca belki de öyleydi, çevresindeki canlıların ondan ürktüğünü sanmıyorum Kendinden söz ederken de “Ben sevinçli adamım” der. “Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık, olmasa, ben sevinçten taşar coşardım. Yaradılışım karanlıktan çok aydınlığa, acıdan çok sevince... Ne çare, ne çare ki sevinmek gelmiyor elimden ... Ben deli olurum, insanlar karanlık karanlık, kuşkulu baktıkça bana... Bütün insanlar kuşkusuz korkusuz, çıkar düşünmeden düşmanlık geçirmeden içlerinden baksalar birbirlerine... İnsan, ne olur biliyor musunuz, sıcacık bir bahar güneşinin bahtiyarlığında duyar kendisini... Bahar güneşinde bir sevinç içinde gerinir. İnsan bir bahar çiçeği temizliğinde olur.” Yaşar Kemal, Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne-Seçme Yazılar, YKY, 2014.[42] Gazeteciler Cemiyeti’ndeki 14 Ocak 2005’deki konuşmasından Yaşar Kemal şöyle der “Türkiye’nin bütün felaketi bu belkemiksiz aydınlar yüzündendir!” Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe Yazılar-Konuşmalar, Hazırlayan Alpay Kabacalı, YKY., 2009.[43] Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne adlı seçme yazılar kitabında bu toprakların kültürünü şöyle özetler “Anadolu Türk halkı bin yıldır Anadolu’dadır. Bin yıldır dedimse, bir tarih yanlışı yapmadığımı sanıyorum. Bin yıldan çok önceleri de Türkler, Orta Asya’dan Anadolu’ya Akdeniz kıyılarına, Mezopotamyaya gelmişlerdi. Göçler bir yılda, iki yılda olmamış, Orta Asyadan göçler yıllarca sürmüştür. Anadolu’ya gelinceye kadar bu göçerler, Hindistan’da, İran’da, Arabistan’da birçok devletler kurmuşlar, oraların insanlarıyla ilişkilerde bulunmuşlardır. En önemli ilişkileri de doğaldır ki, kültür ilişkileri olmuştur. Bir gün Anadolu halk kültürleri üstünde derinlemesine çalışmalar yapılacak olursa görürüz ki, yolda gelirken ne çok kültürü özümsemişiz, şaşkınlık içinde kalırız. Bir tek örnek vereceğim Alevî demelerinin deyişlerinin, şiirlerinin arkasında, Zerdüşt müziğini bulmaya ne dersiniz!” Yaşar Kemal, Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne-Seçme Yazılar, YKY, 2014.[44] 4 Aralık 2008’de Cumhurbaşkanlığı Ödül Töreni’nde Yaşar Kemal, çok dillilik ve kültürlülüğe vurgu yaptığı konuşmasında şunları ifade etmişti “Benim maceralarım insanın gizemini vermek içindi. Düş gücüne gelince, bugün de sonsuz düşler kuruyorum. Düş gücünü yitiren insanın hiçbir umudu kalmaz. Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden biridir. Her savaş, -adı ne olursa olsun- bir yıkım, bir ölümdür. İnsanlığımızı ve vicdanımızı çürütür. Hastalıklar, ölümler, çocuk ölümleri daha birçok acı... Bugün milyonlarca insan açlıktan, bakımsızlıktan ölüyor. İnsanların yoksulluğu devam edemeyecek böyle, ya insanlık yok olacak ya bu sistem devam edemeyecek. Ne halt ederlerse yapsınlar. Bugün için konuşmuyorum, bugün çok kötü şeyler yaşıyor insanlık bundan sonra kesinlikle yine yaşanacak. ... Bugün küreselleşme süreci hızla tek bir dünyaya doğru yönlendiriyor bizi. Küreselleşme rüzgârının önüne katılanlar her dili her kültürü yıpratıyor. Bugün dünyada ülkemizle savaşın getirdiği korkudan ve utançtan bezmiştir. Bugün dünya da ülkemiz de barışa susamıştır. Tekrar ediyorum, Türkiye en çok barışa susayan ülkelerden biridir. Küçük savaş’ diyorlar, savaşın küçüğü olmaz. Bir insanın bile bir insanı öldürmesi savaştır. Ne büyük mutluluktur ki dünyamız hâlâ onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her kültürün bir rengi bir kokusu vardır. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması dünyamızdan bir rengin bir kokunun yok olmasıdır. Bu insanlığı insanlıktan çıkartan bir durumdur. Her kültürlü bir dünyada insanlığın hâlini bir göz önüne getirelim. Tek çiçeğe kalmış, tek renge, tek konuya kalmış bir insanlık ve tek dile kalmış bir dünya hapı yutmuştur, cehennemden daha beterdir. Eşek gibi bugünkü dünyanın arkasından gitsinler. Rezil olacaklar, çocukları, torunları tarihler bunları rezil edecekler. Adam gibi durmasınlar öyle. Böyle olacağına doğal bir yoldan dünyayı düzeltmenin yolunu seçsek olmaz mı? Doğal yol, yalnız ve yalnız bir demokrasiden geçer. Demokrasi de değişkendir. İnsan hakları bildirildiğine göre birbirine durmadan haklar ekleniyor ve eklemeler bile şimdiden yetmiyor. Demokrasi gittikçe değişiyor, genişliyor. Demokrasilerde her şey gittikçe de saydamlaşacak, yeni anlamlar kazanacak. Anadolu’da yaşayan her halk kendi dilini kullanacak, kendi anadilinden eğitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çok kültürlü toprak olduğumuzun farkına varacağız. Çıkarımızın yasakla değil özgürlükle olduğunun bilincine varacağız. Ben hiçbir zaman karamsar olmadım, beni okuyanlar da karamsar olmasınlar. Okuyucularıma çok söyledim bunu, benim kitaplarımı okuyanlar barışçı olsunlar yoksa zahmet etmesinler. Ben onun için yazıyorum, sevgi için, dostluk için, savaşa düşmanlık için yazıyorum. ... Her şey ölümlüdür. En büyük yazarların eserleri bile ölümlüdür. İnsanın içindeki vicdan ölümlü değildir, içindeki sevgi ölümlü değildir. Kötülük her zaman kötülüktür ve ölüme mahkûmdur. Sevgi her zaman sevgidir ve sonuna kadar yaşar, kıyamete kadar bile yaşayan sevgiler olur.” Yaşar Kemal, “Tekçiliğe Mahkûm Dünya Hapı Yutmuştur”, Gündem, 3 Mart 2015, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Bosquet ile Görüşmeler, YKY, 2005. Temel Demirer ağ günlüğü Bunları Okudunuz mu? 08/07/2022 - 1321 08/03/2022 - 1732 07/15/2022 - 1542 07/13/2022 - 1538 07/10/2022 - 1428 07/08/2022 - 2234 Hapishane Edebiyatı DUVAR YAZISI EDEBİYAT KAYINTISI IX Ayhan Kavak. 2'No'Lu T Tipi Hapishane Tarsus DUVAR YAZISI EDEBİYAT KAYINTISI IX Madde 81 İspanya İç Savaşı’nda iki şair; Lorca ve Vallejo... Konuk Yazarlar Girit Leblebisi Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,... Salacalı Hamdi Efendi/ Veli BAYRAK Çoluk çocuğu yok Salacalı Hamdi Efendi’nin. Hiç evlenmemiş. Emekli olunca kendisine Habeş cinsi bir kedi alıp onunla yaşamaya başlamış. Ama... Zamanın İzi/ Sidem SAMSUN “Neyse ki gülün yapraklarını yolmadan yetiştin,” dedi Murat, eliyle banktaki gül yapraklarını yere attı, yana kayarak yanında Berna’ya yer açtı. “...

yaşar kemal in çukurovalı kahraman